Tarih Sohbetleri
 
                                                        TARİH SOHBETLERİ
 
 
 ÖNSÖZ
Değerli Okurlar;
Geçmişini iyi bilmeyen toplumlar,geleceğini de sağlıklı bir şekilde oluşturamazlar realitesinden hareketle,
Taraihin önemini kavrayan gelişmiş toplumlar,
Dev tarihi araştırmalara girmişlerdir.Öyle ki tarihlerinde yüz kızartıcı olayları bile değişik varyantlarla insanına sunarak geçmişin tecrübelerinden yararlanmışlardır.Böylece geleceğe güvenle bakabilmişlerdir.Bizim toplumumuzda da bu elzemdir.Ne var ki bizler şanlı bir tarihe sahip olmamıza rağmen tarihimizi gençliğimize anlatmada çok ihmalkar davranarak gençliğimizin Kültür emperyalizmi etkisinde kalarak yozlaşmasına seyirci kalmışız.Bu gerçekten hareketle toplumumuzda bir boşluk olarak gördüğüm tarih bilgilerini işleyerek insanıma borcumu bu şekilde ödeme yoluna gittim.Ve Yerel TV’lerde,gazetelerde çeşitli tarih programları ve yazılı çalışmalar yaptım.İlgi ile karşılanan gazete yazılarımı derli toplu bir hale getirip, kalıcı olmasını sağlamak için de yazılarımı bir kitap haline getirmek isteyince bu eser ortaya çıktı.Umarım beğenir, yararlanır ve bize daha hayırlı işler yapmamız konusunda dua edersiniz.Saygılarımla.
 
                                                    Ender SÜMER
                            
 
 
 
 
 
 
İÇİNDEKİLER
 
SIRA           YAZI BAŞLIĞI                               SAYFA
 
1- Ermeni Soykırımı Gerçek mi?........................... ..1
2- Ger Belayı Aşk ile Hoşnut isen Gavga Nedür?....9
3- Nerede Kaldın Ey Asrımızın Fatihi?....................11
4- Hıdrellezin Kültürümüzdeki Yeri………………15
5- 19 Mayısları Nasıl Anlamalı ve Anmalıyız……. 18
6- Kelleyi Gören Var Celal Efendi………………. 22
7- Kızıl Sultan…………………………………… .25
8- Malatya ve Battal Gazi…………………… …..28
9- Al Kıssadan Hisse,Sonra düşme Yeise……     ..30
10- Alevi Kültürü Üzerine…………………… … .35
11- Ahilik Üzerine………………………………… 38
12- Adalet Mülkün Temelidir…………………… .41
13- Adaletin Hükmü ile Gönlümüz Ferah Olur… 44
14- Ah Dilim ,Vah Dilim……….…………………...47
15- Bir İbret Abidesi Daha…………………..……..50
16- Aman Bizimkiler Duymasın………………..…..52
17- Bu Kadı Kızında da olur………………………..53
18- En İyi Yönetim…………………………………..57
19- Eski Ramazanlar……………………………    ..59
20- Etme Bulma Dünyası…………………………   61
21- Garih Cinayetine Değişik Bakış……………    ..63
22- Gençlik ve Çanakkale……………… ……… .   64
23- Gerçek Bombacılar Kim?.............................   ....68
24- İki Büyük İhanet ve Bedeli…………… … . …70
25- Halkın Lakap Taktığı Vezirler……………    …73
26- Irak ile Farkımız……………………… ……...…77
27- Irak’a Demokrasi Geliyor!...................... ..... .....80
28- Kötülük Düşünen Kötülük Bulur……………....83
 
 
 
SIRA                   YAZI BAŞLIĞI                               SAYFA
 
29- Kültür Üzerine…………………………………… ….86
30- Medya Kültürümüze Daha Çok Önem Vermeli…    .89
31- Nerede İnsani Değerler?......................................     .. 92
32- Osmanlı’da İki Talihsiz Şehzade………………     ... 94
33-Önce Osmanlıyı Ortadoğudan çıkardılar…………….98
34- Önce Eğitim………………………………………     .100
35- Sizce Namus Nedir!?..............................................     .103
36- Tarihimizi Bilmeliyiz. ………………………        …..106
37- Tarihimiz de ve Günümüzde Mümkün Olmayanlar.107
38- Türkiye’de Kahvenin Tarihçesi…………………. …109
39-Valiye Mektup…………………………………………111
40-Dünyanın ilk başkenti Malatya………………………115
41- Ya Rab.Dilerim Böyleleri Gazabına Uğrar!..............114
42- Yeni Hükümete Tarihten Bir Öğüt!....................... .117
 
 
 
 
 
 
 
ERMENİ SOYKIRIMI GERÇEK Mİ?
 
   Ermeniler; Türk hakimiyetine 11.y.y’ın 2. yarısında,Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan zamanında Ani Kalesi(Kars)in fethi ile girmişlerdir.
 Ermeniler Türk hakimiyetinden ve adaletinden öylesine hoşnut olmuşlardır ki   O günden,1878 Berlin antlaşmasına kadar kayda değer hiçbir Ermeni isyanı meydana gelmemiştir.Avrupalılar Türk-Ermeni arasındaki bu sıcak ilişkiyi kıskanırcasına Ermenilere:Hıristiyan Türkler demişlerdir.   Osmanlı’da, Ermeniler çok önemli devlet kademelerine kadar gelmişlerdir.Örneğin XVI.y.y’da Vezir Mehmet Paşa,XVII.y.y’da Kaptan-ı Derya ve sadrazam
Halil Paşa Ermeni asıllı olup,19.yy’da çok sayıda
nazır(bakan),mebus,Darphane ve banka müdürü Ermeni mevcuttur.
 Peki birbirlerinden bu derece hoşnut olan bu toplumlar ne olmuştur da daha sonra kanlı bıçaklı olmuşlardır?Bu sorunun cevabı 1878 Berlin antlaşmasında gizlidir.Bu antlaşmada Ermenilerin himaye hakkı Ruslara aittir.Maddesi
bulunmaktadır.Bu hakkı elde eden Ruslar,bu hakkı Ermenileri Doğuanadolu da devlet kurdurma vaadi ile aldatarak onları Osmanlıya karşı kışkırtma şeklinde kullanmışlardır.
   Yüzyıllardan beri gelen dostluğu Ruslara kanarak bozan Ermeniler,Doğuda bir Ermeni Devleti kurmak için harekete geçip,Armenakan,Hınçak(çan),Zevan ve Daşnaksudyon (federesyon) gibi ihtilal örgütleri kurmuşlardır.Bu örgütlerin beslediği Ermeni Komitacılar Müslüman köylere baskınlar düzenleyerek toplu katliama girişmişlerdir.Ermeniler,1.Dünya savaşı sırasında yine Rusların kışkırtmaları ile doğuda benzer katliamlarda bulunarak binlerce insanımızı katletmişlerdir.Öyle ki köy halkını camilere doldurarak ateşe verip yakma,işkencelerle çocuk,kadın yaşlı demeden insanlarımızı öldürüp toplu mezarlara gömme gibi fiillerde bulunmuşlardır.Bugüne kadar böyle çok sayıda toplu mezar ortaya çıkarılmıştır.
   Osmanlı, Ermenilerin bu akıl almaz taşkınlıkları karşısında 1915 yılında Tehcir kanunu ile Doğuanadolu’da ki Osmanlıya karşı eylemde bulunmuş genç ve sağlam Ermeni erkeklerini Suriye’ye zorunlu olarak Göç’e tabi tutmuştur.( bu Ermenilerin çoğu Mondoros ateşkes antlaşmasından sonra tekrar Anadolu’ya gelmişlerdir).
 I.Dünya savaşı sırasında Rusya’da Bolşevik ihtilali çıkıp,savaştan çekilince Ermenileri bu kez Fransızlar destekleyerek Osmanlıya karşı kışkırtmışlardır.Wilson ilkeleri ile ABD’de Ermenilere destek vermiştir.Ayrıca İtalyan ve İngilizler tarafından da destek gören Ermeniler alabildiğine
taşkınlıklarda bulunan Ermenilere 15.Kolordu komutanı Kazım Karabekir başlattığı askeri harekatla Gümrü’ye kadar giderek gerekli cevabı verince Ermeniler sinmiş işgal kuvvetleri de Ankara ve Mudanya antlaşmaları ile Anadolu’dan çekilince Ermeniler Türklerle yüz yüze kalmışlardır.Yaptıkları taşkınlıklar karşısında Anadolu’da kalmak istemeyen Ermenilerin bir kısmı SSCB ile birlikte kurulan Ermenistan’a,bazıları Avrupa’ya ve özellikle ABD’ye gitmişler,bir kısmı da Türkiye’de kalmışlardır.
 Bugün Ermeniler Anadolu’da ki hayalleri Lozan antlaşması ile suya gömülünce bu kez bulundukları ülkelerde Ermeni Katliamı denilen bir iddiayı temcit pilavı gibi ısıtıp,ısıtıp sık,sık gündeme getirmektedirler.
 Peki gerçekten bu iddialar doğrumudur? yani Ermeniler, Anadolu’da tıpkı Hitler’in Yahudilere yaptığı gibi soy kırıma mı uğramışlardır?Yoksa tüm bunlar Ermenilerin ve onları maşa olarak kullanan bazı batılı devletlerin Hezeyanımıdır? Bir kere başta şu sorulara cevap verelim.
1.Ermeniler’in başına bu olaylar durduk yerde mi gelmiştir? 2.Osmanlının kendine yapılan saldırılara karşı karşılık verme hakkı yokmudur?
3.Hiç bir toplu Ermeni mezarına rastlanmazken pek çok toplu müslüman mezarlığına rastlanması neyle izah edilebilir?
4.Ermeniler Anadolu da soykırıma tabi tutulduysa çeşitli ülkelerde bulunan Ermeniler uzaydan mı gelmişlerdir?
Cevapları tarih okuyan herkes zaten biliyor.Problem tarih okumadan söylenenlere kulak asmaktan kaynaklanıyor.
Tarih gösteriyor ki,Azgınlık,taşkınlık,katliam yapan Ermenilerin ta kendileridir.Tabi ki Tehcir Kanunu ile göç esnasında O günün şartlarında soğuk,hastalık ve zorluklardan ölümler olmuştur.Buna kalkıp ta Soykırım demek insafsızlıktır.Ayrıca tabi ki,köyü basılmış,tüm ailesi öldürülmüş insanlar intikam amacı ile bunları yapan Ermenileri öldürme yoluna gitmiştir.Bu fevri hareket devletpolitikasıymış gibi gösterilip soykırım olarak değerlendirilemez.Sen adamın ailesini öldürmüşsen O da seni elbetteki vuracaktır.Suçu işlerken iyi de karşılığını görünce mikötü oluyor?
 Yunanlılar da aynı taktik ve tutum içinde bulunmuşlardır.Batı Anadolu’da yapmadıklarını bırakmamışlar.Yakmışlar, yıkmışlar,öldürmüşler..
Ancak, dünyaya Türkler batı Anadolu’da ki Hıristiyanları katlediyor.biz barbar Türklere medeniyet götürmek için batı Anadaolu’yu işgal ediyoruz
gibi kedilerin dahi güleceği laflar etmişlerdir.Yani gerek Rumlar,gerekse Ermeniler kendi yaptığı zulmü,yavuz hırsız ev sahibini suçlu çıkarması misali ellerindekiTürk kanını yüzlerine sürerek Türkler bizi katletti.suçlamasını yapmaktadırlar.Ancak hata bizde de var.Biz haklılığımızı,
mazlum ve masumiyetimizi bir türlü dünyaya anlatamamışız. Televizyonlarımız ve gazetelerimizin çoğu televolelerden
zaman bularak bu ciddi konulara el atıp tarihi,kültürel programlar yapamamışlardır!
 Velhasıl böyle sessiz ve hissiz durup,tarihimize karşı lakayıt kaldığımız sürece bizi daha nelerle suçlayıp, bizim daha hangi kültürel değerlerimizi çalıp kültürel anlamda bizi cısçıplak bırakacaklar bilinmez.
Gelin tarihimize ve kültürümüze sahip çıkalım,Gelin futbola verdiğimiz önemin onda birini değerlerimizi yansıtan programlara harcıyalım.Gelin gençliğimize sahip çıkarak onları kültür emperyalizminden koruyalım.Gelin bize bu cennet vatanı emanet eden ecdadımızı asılsız suçlayanlara gerekli cevabı verelim.Gelin yine biz olup, bu aymazlıktan Vazgeçelim., ayağa kalkıp, tarihi misyonumuzu yeniden üstlenelim…
 1 Mart 1922’de TBMM’nin 3.toplantısında konuşan Atatürk;Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele Kars antlaşması ile en doğru çözüm şeklini buldu.Asırlardan beri dostane şekilde yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu.diyerek Ermeni meselesinin hallini son derece veciz bir şekilde ifade etmiştir.diyor ve Ermenilerin bugün ortaya attıkları iddiaların mesnetsiz olduğunu bunun kimseye yarar sağlamayacağını aksine düşmanlıklar doğuracağı muhakkaktır.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
GER BELAYI AŞK İLE HOŞNUT İSEN,
GAVGA NEDÜR!?
 
     İnsan,en mükemmel,en mükerrem varlık olarak yaratılmıştır.İnsana bu mükemmellik nefsi ile mücadeledeki başarı oranına göre verilmiştir.Yani insan,nefsinin arzuladığı kötülüklere muhalefet ettiği oranda ulvi,ona uyduğu derecede suflidir.yaratıcı, yarattığı bu üstün varlığa üstünlüğünün şartı olarak bu mücadeleyi şart koşmuştur.Böylece çalışmadan
mücadele etmeden hiçbir başarı ve yararlılığın elde edilemeyeceğini ortaya koymuştur.
    O halde insanı en yüce yaratık yapan pozitif değerleri yaşarken ,İnsanı en aşağılık yaratık yapan negatif fiillerden uzak durmak gerekir ki , tabiri caizse
Yaratıcı tarafından verilen maraşallik rütbemiz sökülmesin. İnsani değerlerin en önemlisi hiç
kuşkusuz;sevgi,hoşgörü,merhamet,kul hakkına riayet,adalet,nezaket,sabır,alçak gönüllülük vsg.değerlerdir.Zaten bu değerlerin olmadığı bir insan hakiki müslüman olmadığı gibi gerçek anlamda insan da olamaz.Tarihimizde ecdadımız bu değerlere öyle özen göstermiştir ki,bununla ilgili sayısız örnekler
sergilemişlerdir.İşte bu haftaki sohbetimiz bu konuyla ilgili olacaktır.
    İslam tarihinde pozitif değerlerin bir tezahürü olan yardımlaşma duygusu oldukça gelişmiştir.Öyle ki muhtaç insanlara yapılan yardım;
alan el veren elden habersiz şekilde yapılarak hem muhtaç insanın onuru zedelenmemiş,hem de yardım eden bir gösteriş ve kibir içine sokulmamıştır.Yani yardımlar gösteriş için değil Yaradan’ın rızası için yapılarak üstün rütbeye,yani gerçek anlamda insan olma şerefine layık olmak adına yapılmıştır.
Muhtacı rencide etmemek için öylesine özen gösterilmiş ki
yardım yapacak kişi yapacağı yardımını ihtiyacı olan gece gelsin alsın diye gizlice camilerde bulunan sadaka taşlarının altına koymuşlardır. Muhtaç ve yolda kalan kişilerin hiçbir ücret ödemeden yatacağı,karnını Doyuracağı,ihtiyacını karşılayacağıTekkeler,Zaviyeler,
Kervansaraylar,Aşhaneler,Hanlar,Hamamlar,DarülşifalarÇeşmeler,Değirmenler,Camiler.. yapmışlardır.Hem de insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeden bu hizmeti görmüşlerdir.Hatta insanlar bir tarafa sahipsiz hayvanların barınacağı mekanlar dahi
yapmışlardır.Bugün dahi bazı eski ahşap evlerin çatılarında kuşlar için barınaklar bulunmaktadır. Zengin fakiri koruyup,kollamış,fakir zengini sevmiş saymış ve böylece Huzurlu bir toplum meydana gelmiştir.Rüşvet,torpil,hile,kul hakkını gasp,Sahtekarlık,adaletsizlik gibi ahlaksızlıkları içinde barındırmayarak72 düvel bir arada barış,anlayış içinde kardeşçe yaşamışlardır.Toplumsal adalet,hoşgörü,toplum-
sal barışı,huzuru ve sevgiyi getirmiştir.Tabi ki bu ortamın hazırlanmasında gönül sultanlarının payı büyük olmuştur.     
 Bu güne baktığımız zaman adalet ve hoşgörüden yoksun bir toplum haline geldiğimizi görüyoruz. Bir tarafta TV lerde televole programlarında seyrettiğimiz aşırı lüks ve safahat,diğer yanda yardım kuyruklarında biri birini ezen insan manzaraları ve sefalet.Her gün hırsızlık,yolsuzluk, iltimas,rüşvet,hortumculuk,gasp kap-kaç olayları toplumu geriyor ve cinnet,cinayet,intihar olayları artarak düşmanlık,kin ve nefret tohumları yeşeriyorKomşusu aç iken tok uyuyan bizden değildir dusturu geçerliliğini adete kaybetmiş durumdadır.Bugün toplumsal huzur,refah,birlik ve kardeşlik için Her zamankinden daha fazla adalete,hoşgörüye,eşitliğe,sevgiye
ihtiyacımız vardır.Gelin bu değerlere önem vererek
yaşayıp,yaşatarak gerçek anlamda insan olalım.
Yaratılanı,yaratandan ötürü sevelim.Sevgi ve merhameti yayalım.İşte O zaman yeniden gerçek anlamda insan olduğumuzun Hazzına varacak ve huzurlu ve mutlu bir toplum olacağız.
 
 
 
 
 
 
 
 
HER ASRIN VARDIR BİR FATİHİ
NEREDE KALDIN EY ASRIMIZIN FATİHİ !?
 
    Bu haftaki sohbetimiz 29 Mayıs dolayısı ile İstanbul’un
fethi hakkında olacaktır.
    Dünyanın en güzel şehri sayılan İstanbul, tarih boyunca
pek çok millet tarafından kuşatılmış ancak alınamamıştır.
    İstanbul’un değişik toplumlar tarafından yoğun olarak
alınmak istenmesinin sebebi: güzelliği yanında,coğrafi ve
jeopolitik konumu ve peygamberimizin İstanbul’un fethi ile ilgili bir hadisinin bulunuşudur.Osmanlı için bunlara ek
neden olarak Bizans’ın,Osmanlının Balkanlardaki toprakları ile Anadolu’daki topraklarını parçalar durumda oluşudur.
   Butün uğraşlara rağmen alınamayışının nedenleri ise,
üç tarafının denizlerle çevrili olması,Bizansın elinde
O dönemde diğer toplumlar tarafından pek bilinmeyen
Grujiva Rum Ateşi denilen su da dahi yanma özelliği
gösteren bir silahın oluşu,Haliç’te gemilerin girmesini
önleyen kalın zincirlerin oluşu,Bizansın haçlılardan yardım alması ve en önemlisi Bizans’ın kuşatmacı toplumlara karşı enrikacı bir politika izlemesidir.
   İslam tarihinde ilk İstanbul kuşatması Emeviler döneminde Muaviye zamanında yapılmış ve bu kuşatma da Eyyüb el Ensari şehit olarak surların dibine defnedilmiştir.Abbasiler döneminde Harun Reşit zamanında kuşatılmıştır.Battal Gazi efsanesi de bu dönemde doğmuştur.
   Türk tarihinde İstanbul;Avarlar,Avrupa Hunları,Tuna
Bulgarları ve Osmanlılar tarafından kuşatılmıştır.Osmanlı
tarafından ilk kuşatma I.Bayezid (yıldırım) tarafından daha sonra ise,Musa Çelebi,II. Murad dönemlerinde gerçekleşmiştir.
    II.Mehmed (fatih),İstanbul’u feth ederek hem yüce
peygamberimizin hadis-i şerifindeki övgüye mahzar olmak, hem de, Osmanlının bağrında saplı bulunan zehirli Bizans hançerini söküp atarak,Bir cıhan imparatorluğu konumuna gelmeyi kafasına koymuştu.Öyleki adeta hayat parolası Ya ben İstanbul’u alırım,Ya İstanbul beni alır .sözlerinde düğümlenmişti.
    İstanbul kuşatması için büyük hazırlık yapan Sultan Mehmed,bu doğrultuda Avrupa’dan gelebilecek yardımlara karşı balkanlara ordu göndermiş,Rumeli Hisarını yaptırmış ve Marmara’ya 400 parça savaş gemisi konuşlandırmıştır.Ayrıca O dönemde görülmeyen ve bizzat Fatih tarafın projelendirilen dev Şahı Topları ,aşırtma topları (havan topu),zırhlı yürüyen kuleler yaptırmıştır. Kuşatma 6 Nisan 1453 Cuma günü başlayan kuşatma 29 Mayıs1453 Salı gününe kadar 53 gün
sürmüştür.Kuşatmanın uzun sürmesi Fatih’i tedirgin etmiş ve devrin manevi sultanlarından olan lalası Akşemseddin hazretlerinden İslam tarihindeki ilk İstanbul kuşatmasında şehit düşen ‘’Eyyüb-el Ensari’’nin kabrinin bulunmasını istemiştir.Akşemseddin hazretlerinin bir manevi küşüfat ile kabri bulması askere büyük bir moral,güven ve manevi güç vermiştir.
Akşemseddin’in kuşatma sırasında daha bir çok keramet taşıyan hareketleri olmuştur.Tabi tüm bunları geniş bir şekilde bu yazımızda anlatma imkanımız yok.
    Nihayet 29 Mayıs günü Ulubatlı Hasan’ın Bizans surlarına bayrağı dikmesi ile İstanbul’un fethi gerçekleşmiş böylece II.Mehmed Fatih olarak tarihe geçmiş,peygamberimizin övgüsüne mahzar olmasının yanında Osmanlı toprakları bütünleşerek bir cıhan imparatorluğu haline gelmiş,Orta Çağ sona ererek Yeni Çağ başlamıştır.
     Fatih Sultan Muhammed Han,Fetih sonrası Topkapı’dan İstanbul’a büyük bir görkemle girerken caddelere dökülmüş Bizanslılar adına Ortadoks patriğinin şehrin anahtarını padışah zannederek Akşemseddine uzatması karşısında,Akşemseddin’in işaretle padışahın,yanındaki genç olduğunu belirtmesi üzerine Patrik, anahtarı bu kez genç Fatih’e uzatınca Fatih’in ‘’ İstanbul’un gerçek fatihinin kendisini iyi yetiştiren hocası olduğunu söylüyerek anahtarı ona verilmesini’’
söylemesi ibret alınacak bir olaydır.
    Kuşatma sonrası gelişen önemli hadiselerden biri de şudur.Fatih Ayasofya kilisesini kılıç hakkı olarak Camii’ye çevirerek orduya imamlık yapıp kıldıkları ilk Cuma namazı sırasında,üç defa tekbir alması herkesi şaşırtmıştır.Bunun nedeni sorulduğunda verdiği cevap ise daha da hayret ve hayranlık vericidir.
    Fatih bu hareketinin anlamını şöyle cevaplandırmıştır.
‘’ Namaza başlarken başlarken Cenab-ı Hakka dedimki;Ya Rab yüce resulünün hadislerinde övdüğü komutan ben,askerler de bunlar ise,Kabe’yi gözlerimin önüne getir dedim.ilk iki tekbir de bu dileğim olmadı.Ancak bunu 3. kez takrar ettiğimde Kabe olduğu gibi gözlerimin önüne geldi ve O zaman namazı başlattım.’’
     Tarih, incelendiğinde tüm zaferlerde böylesi manevi haller ve ilahi yardımlar mutlaka görülecektir.
      Fatih;İstanbul’da öylesine bir özgür ve adil bir yönetim uygulamıştır ki,değişik din ve ırktan olan insanların tamamı memnun kalmış ve Osmanlı hakimiyetine severek razı olmuşlar ve böylece İstanbul günümüze kadarbir Türk şehri olarak gelmiştir.
    Dünya milletleri arasında böylesine hak,adalet ve hoş görülü bir yönetim ve bu denli uzak ve duyarsız 2. bir milleti göstermek de herhal de çok zor olsa gerek.
    Yetişen yeni nesil öz kültüründeki bu değerlerle yetişse ecdadı gibi efendi ve asil olmaz mı?bu sünepelikten,
tembellikten.ataletten,aşağılıkkompleksinden,kolaycılıktan,taklitcilikten kurtulmaz mı?
    Öz kültürümüz ve tarihimizle ilgili kaç tane ciddi program,dizi,flim,belgesel kitap v.s yapılmıştır.?
TV.kanallarında öz kültürümüzle ilgili ne kadar,ne yapılmaktadır?İstanbul’un fethi gibi dünya tarihini etkilemiş bir büyük başarının yurt sathında görkemle kutlanması gerekmez mi?Gençlik geçmişini bilmez ve onunla gurur duymazsa öz güvenini nasıl elde edecek Avrupa karşısında aşağılık kompleksinden nasıl kurtulacak?
Arif Nihat Asya’nın dediği gibi,
Sen de geçebilirsin anadan,yardan,serden.
Senin de destanını okuyalım ezberden
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden
   Elde sensin.dilde sen.gönüldesin,baştasın
   Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Şuuruna nasıl erilecek.Tarih ve kültür bilincine ulaşma onu yaşama dileği ile,
Her asrın vardır bir Fatihi
Nerede kaldın ?Ey asrımızın Fatihi!
Diyerek, gençlerimizin her birinin birer Fatih olma yolunda çalışmalarını ve dünyayı yeniden adil ve hoş görülü yönetime kavuşturmalarını temenni ediyorum.
 
 
                   HIDRELLEZ’İN
KÜLTÜRÜMÜZDEKİ YERİ VE ANLAMI
 
      Hıdrellezin tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar
eskidir.Milattan çok önceki dönemlere ait olan
Mevsim anlayışına göre bir yıl;iki ana döneme
Ayrılmıştı.1. bölümü 6 Mayıs-8 Kasım arasıdır.
buna Yaz ayları, 2.bölümü ise,9 Mayıs-5 Kasım
arası olup buna da Kasım(Kış) ayları denilmiştir.
     İşte bu çok eski anlayışa göre 6 Mayıs Ortadoğu
bölgesi diye adlandırılan coğrafya da Yaz’ın
başlangıcı sayılarak,bu günden itibaren bir hafta
boyunca coşkulu kutlamalar ve ayinler yapıla
gelmiştir.Kültürümüzde bu günlere ‘Hıdrellez’
denilmesinin sebebi ise şu efsaneye dayanmaktadır.
     Bu dünyada gizli bir yerde var olduğuna inanılan
Ab-ı Hayat (ölümsüzlük) Suyu bulunmaktadır.
Bu su tarih boyunca hep aranmıştır.Bu arayış çeşitli
destan,efsane ve mitolojilere konu olmuştur.
Bunun en iyi örnekleri Mezepotamya-Sümer
uygarlığındaki Gılgamış Destanı ile Anadolu-Hitit
uygarlığındaki Kumarbi Destanı dır.
     Bu destanlarda ölümsüzlük suyunun aranması
 ve tüm uğraşlara rağmen bulunamayışı anlatılmıştır.
Dünyanın ünlü cıhangirlerinden ‘Zulkarneyn (a.s)
zamanında da bu su aranmış ve rivayetlere göre
Hızır ve İlyas adındaki 2 kişi tarafından bulunmuştur.
    Bu iki arkadaş suyu içerek kıyamete kadar yaşama
şansını elde etmişlerdir.Hızır ve İlyas biri denizde
diğeri karada zor durumda olan insanlara yardım
ettiğine olan inançtan hareketle bunların yılda bir kez
buluştukları gün olan 6 Mayıs gününe Hıdrellez
denilerek ,dilek ve eğlencelerin yapıldığı coşkulu
kutlamalar günümüze kadar süre gelmiştir.
    Kutlamaların dilek tutma faslında, dilekler yazılır,
veya çizilir. Daha sonra dualarla bu dilek kağıtları
ya akan bir suya atılır veya gül ağaçlarına asılır.
böylece bir umutlu bekleyiş başlar.Bazı muzip
gençlerde yukarıdan suya bırakılan dilek kağıtlarını
suyun aşağı bölümünde çıkartıp okumaları ve
bunu bir eğlence yapmaları da işin mizahi boyutunu
oluşturmaktadır.
    Kur’an-ı Kerim’in El-Kehf suresinin 60-82 ayetlerin
de Hz. Musa ile ilgili olarak anlatılan kıssa da 60.ayette
‘’Derken kullarımızdan öyle bir kul buldular ki,Biz ona
tarafımızdan bir rahmet (peygamberlik veya velilik)
gayba dair bir ilim öğretmiştik.’’ buyrulmaktadır.
    Bu ayet peygamberimiz (s.a.v) tarafından Buhari
Kaynaklarına göre şöyle açıklanmıştır.
‘’Musa yahudilere hutbe irad ederken kendisine;
-İnsanların en bilgini kimdir? Diye sorulunca O’ da;
-Benim.Diye cevap verdi.
Cenab-ı Hak,Allah-u Alem (en iyi bilen Allah’dır)
demediği için Musa’yı azarladı.Ve ‘’iki denizin bittiği
yerde bulunan kulum senden daha alimdir.’’ diye ona
vahyetti.Bu ayette bahsedilen ve Hz.Musa (a.s) dan
daha alim olan kişi Buhari de geçen hadislere göre
 ‘’Hızır(a.s)’’ dır.Hızır(a.s) İlm-i ledün,İlm-i batın,
İlm-i gayb gibi geçmiş ve geleceğe şamil bir ilme
ve bastığı yerleri yeşerten bir keramete sahiptir.
    Hayatta her insanın karşısına 3 kez,bazen ak sakallı
bir pir-i fani,bazen de fakir biri olarak çıktığı söylenir.
    Halk arasında ;‘’Kul darda kalmyınca Hızır yetişmez.
Hızır’ın eli değmemiş.Hızır gibi yetiştin.Her geceyi Kadir,
her gördüğünü Hızır bil.Hızır bereketi..’’gibi deyimler
yerleşmiştir.
     Toplumumuzda;Ramazan ve Kurban bayramlarından
sonra en büyük ilginin gösterildiği Hıdrellez dışında
Aşure günü ve Nevroz gibi günlerde şevkle kutlanmaktadır.    
    Neredeyse İnsanlık tarihi kadar eski olan bu geleneksel
Kutlamaları devam ettirmek,daha da güzelleştirip,geliştirmek
tüm bunları yeni yetişen nesile aktarmak kültürümüz açısından,haliyle geleceğimiz açısından çok önemlidir.
     Değerlerimize sahip çıkma,yaşama ve yaşatma adına,daha
nice Hıdrellezlere,Aşuralara ve Nevrozlara
çoşku,sevgi,kardeşlik içinde ulaşmak dileği ile.. 
          
 
 
 
 
     
 
 
 
 
 
 
 
 
19 MAYISLARI NASIL ANLAMALI VE ANMALIYIYIZ
 
     19 Mayıs Atatürk’ü Anma,Gençlik ve Spor Bayramı,23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı gibi dünya da eşi olmayan bayramlardır.Zira çocuk ve gençlik bayramı sadece bizde var
    Bu çok güzel ve gurur verici bir haslettir.Ancak nasıl ki ‘’Anneler Gününde’’ annelerimize olan sevgi ve saygımızı nasıl ki sadece yılda bir tek gün değil ona her zaman sevgi ve saygıda kusur etmememiz gerekiyorsa çocuklarımıza ve gençliğimize de sadece bu günlerde
hatırlamamalıyız.Tam tersine bu günleri fırsat bilerek onların yarınlarına daha ciddiyetle eğilmeliyiz.Haftalar öncesinden başlayan yorucu çalışmalar sonunda sadece bayram yapmanın pek bir anlamı kalmaz.
    Gençler bizim geleceğimiz ve umutlarımızdır.Onları çağın gereklerine uygun olarak en iyi şekilde eğitmeliyiz.Onların bir taraftan labaraturlarda sabahlamalarını ve saçlarını bilim yolunda ağartamlarını sağlarken,diğer taraftan milli ve manevi değerlerini verip,bir kuş gibi çift kanatlı olarak istikbal ufuklarına doğru uçmalarını sağmalıyız.
    Onlara tarih şuurunu iyi kavratmalıyız ki ecdadının geçmişte neler yaptığını,dünya siyasetine nasıl yön verdiklerini,adalet ve hoşgörü anlayışı ile 72 milleti huzur içinde nasıl yönettiklerini öğrensin ve kavrasın ki,batı karşısında komplekse düşmesin.O seviyeye yeniden gelebilmesi için O gücün ve özelliğin ‘’DNA’’larında var olduğunu anlasın.Atatürk,bunu şu sözleri ile açıklıyor.Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
     Ecdad Osmanlının,bugünkü Türkiye’nin yüz ölçümünden yaklaşık 25 kat daha büyük olan 22 Milyon Km.lik alana asırlarca nasıl hükmettiğini,gencim öğrenirse başını IMF,ABD ve Avrupa karşısında eğmez.Dik t,tutar.Atatürk’ün dediği gibi Türk,Öğün,Çalış,Güven bilincine erişir.   
Kanuni’nin Fransa kralına yazdığı mektubu;
‘’Ben ki,daima muzaffer gazi sultan Mehmet Han oğlu,Bayezid Han oğlu,Selim Han oğlu Süleyman Han’ım.ve dahi sultanların sultanı,kralların kralı,ülke krallarına taç
giydiren 7 iklim sultanı Şah Süleyman Han’ım.
Sen ki,Fransa ilinin kralı Frençesko’sun.
Budin beylerbeyi gazi lalam Bali beyden bana malum olmuştur ki,ülkenizde bir düzensizlik zuhur etmiştir.Ferman eline geçince derhal bu düzensizliği halledesin.aksi taktirde oralara gelerek,düzensizlikle birlikte tacını,tahtını da
yerin dibine göndermeye muktedirim.vesselam’’
Ferman gibi bu mektupta ki gücü ve öz güveni anlasın ki ,
batı karşısında el pençe divan durmasın.
    Hastalanan ve yaşlanan Aslan’nın etrafına üşüşen sırtlanlar misali Osmanlının başına çullanan Avrupalı devletlere O aslanın nasıl umulmadığı bir anda kükreyip kalkarak Sırtlanlara ,kurtuluş savaşında nasıl unutamayacakları bir ders verdiğini bilmeli ve anlamalı ki hiçbir zaman batının gücü karşısında ümitsizliğe düşmesin.Mondoros ateşkes antlaşmasından sonra Atatürk’ün ifadesi ile,
’’Dünya da emsali görülmemiş bir galibiyetin mümesili olan İtilaf devletleri,savaş ve güçle yapamadıklarını cebren ve hile ile yaparak,aziz vatanımızın her köşesini işgal etmişler,bütün kalelerini ve tersanelerini zabt etmişler,ordularınıdağıtmışlardır.O dönem hükümetlerinden olan Damat Ferit hükümeti ise,gaflet,delalet ve hatta ihanet içinde İngiliz himayesi peşine düşmüşlerdir.
    Ancak,İstanbul’a geldiği andan itibaren kafasında hep Anadolu’ya geçerek,O çok sevdiği ve güvendiği milleti ile birlikte milli mücadeleye girmeyi aklına koyan Mustafa Kemal,84 yıl önce bir 19 Mayıs sabahı Bandırma Vapuru ile Samsun’açıkmıştır.
    Ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşama azmetmiş Türk milleti,Mustafa Kemal’in önderliğinde tek yürek,tek bilek,
tek yumruk olup,tüm varlığını ortaya koyarak,leş kargaları gibi başın üşüşmüş olan İşgal güçlerini aziz vatanından kovmuştur.
    Kurtuluş savaşından sonra Cumhuriyeti kuran Atatürk,bu rejimi gençliğe emanet etmiştir.Gençlik ise,bu emaneti korumak,kollamak ve daha da geliştirmek için cansiperane çalışmaya,tehlikelere karşı uyanık davranmaya devam etmektedir.
    İşte 19 Mayıslar bunun için önemlidir ve bunun için anlamlıdır.Atatürk bu paralelde gençliğe şöyle seslenmiştir.
‘’Ey Türk gençliği birinci vazifen Türk istiklalini,Türk cumhuriyetini ilelebet muhafaza
ve müdafa etmektir…Sahip olduğun kudret damarlarında ki asil kanda mevcuttur.’’
 Mustafa Kemal kurtuluş savaşından hemen sonra 2.bir hareketine girerek,ülkeyi çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırma ülküsünü gerçekleştirmek için bir dizi inkılaplara girişmiştir.
 Onun içindir ki,Türkiye bugün çağdaş,demokratik,laik,sosyal bir hukuk devleti konumuna gelmiştir.
   İşte Atatürk’ü bu temel esaslar paralelinde anlamak ve anmak gerekir.ona matemler ve ağıtlar dizerek anmak,Onu modası geçmiş eski sözlerle övgüler dizerek avunmak onu anlamamaktır.Onu anlamak,çalışmaktır,özgüvendir,öğünmek
gurur duymak ve onurlu olmaktır.
Onu anlamak;Birliktir.Beraberliktir.Hoşgörüdür,
Kardeşliktir.
Onu anlamak ;labaratuarlarda sabahlamaktır.saçları ilim yolunda ağartmaktır.Onu anlamak,demokrasidir,özgür düşüncedir,eşitliktir,halkı mutlu etmektir.
Onu anlamak çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşıp O çizgiyi de aşmaktır.
Onu anlamak ,onun ilke ve inkılaplarına dokunmamak değil,aksine ilke ve inkılaplarını daha da geliştirmek,hızla gelişen dünya ya paralel hale getirmektir.
   Hayatı emperyalizmle mücadele ile geçmiş bir önderi anlamak demek,kan emici emperyalist ve Siyonist güçlerin oyununa düşmemek demektir.
   Bir zamanlar bizi Alevi-Sunni,Kürt-Türk,Sağ-Sol,Laik-Antilaik..şeklinde ayırıp,birbirimize düşüren O şer güç odakları değimliydi?
   Göz koydukları ülkeleri böl,parçala,yut politikaları ile kendilerine köle etmeye çalışmıyorlar mı?
    Araplara bakın.Aynı dil,din,ırk ve kültüre sahip olmalarına rağmen baklava dilimleri gibi bölünmüş ve
sömürülmektedirler.Irak’ta gelişen son olaylar da bunun
bir göstergesidir.
    Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği gençler size sesleniyorum.bu cumhuriyeti,vatanı milleti korumak için Hacı Bektaş-ı Veli’nin ifadesi ile‘’Bir olun,diri olun,iri olun.’’
   Emperyalist ve Siyonist ülkelerin tuzaklarına düşmeyin.
müzik ve futbola gösterdiğiniz ilgiyi derslerinizede gösterin.
ilköğretim okullarında her sabah söylenen andımıza bahsedildiği gibi,doğru olun,çalışkan olun,kendinize ve milletinize güvenin.Ülkenizi,insanlarınızı,devletinizi
sevin,koruyun yüceltin ve okuyun,okuyun,okuyun.
    Türkiyenin sorunları ancak sizin böyle yetişmeniz ile çözülür.size köle olmak değil,efendi olmak yakışır.Çünki siz tarihte nice destanlar yazmış O necip ecdadın torunlarısınız.
    Siz iyi yetişirseniz,bu millet tekrar O muhteşem tarihi misyonunu yeniden üstlenecek ve dünya yeniden adalet ve hoşgörü ile yöetilip barış içinde huzurla yaşıyacaktır.
    İşte Atatürk’ü böyle anlayıp,anıp ve yaşamalıyız.
gençler,
     Sizde geçebilirsiniz.anadan,yardan,serden.
     Sizin de destanınızı okuyalım ezberden.
     Haberiniz yok gibidir taşıdığınız değerden
     Elde sizsini,dilde siz.Gönüldesiniz,baştasınız.
     Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasınız.
 
 
       
 
                          
        KELLEYİ GÖREN VAR CELAL EFENDİ !
         
     Bizim millet olarak,devlet olarak problemimiz aslında imkansızlıklar,borçlar,fakirlik,işsizlik,gerilik,parasızlık v.s..değil ! Bizim problemimiz insan yetiştirmekte,
gerçek anlamda insan olabilmedir.Emin olun hiçbir ülke bizim ülke kadar güzel,verimli,imkanlı,zengin değildir.Hiç bir ülkede bizimki kadar zeki,başarılı,okumuş,yetişmiş insan gücü yoktur.Peki O zaman niçin bu haldeyiz.?dendiği zaman hemen karşımıza şu cevap çıkıyor.Çünkü biz,
doktor,mühendis,mütahit,öğretmen,kaymakam,vali,bakan,
memur,usta v.s yetiştiriyoruz amma gerçek anlamda insan yetiştiremiyoruz.
    Sonra da bakmışsın devletin büyük emeklerle yetiştirdiği elemanlar devleti soyuyor,yıkmaya çalışıyor.Neden?Cevap yine aynı onlara gerçek anlamda insan olmayı öğretememişiz.Şu insanlarımıza bir bakın,kaçı menfaat olmadan biri birini seviyor, sayıyor?kaçı kul hakkına,komşu hakkına riayet ediyor? kaçı karşılıksız iyilik yapıyor?
kaçı kazancına haram karıştırmıyor?kaçı fakir ve düşkünlere yardım ediyor?kaçı mesaiden çalmıyor? kaçı devletin malı deniz yiyen domuz oğlu domuz anlayışına sahip? kaçı....
   Tüm bunlar değerlendirildiğinde yine aynı sonuç çıkıyor karşımıza.Gerçek anlamda insan yetiştiremiyoruz.Bu problem bizim mükemmel bir ülke içinde, sorunlarla boğuşan bir millet yapıyor.İşin manevi boyutunu dahi düşünemiyecek kadar,sözde inancını satacak kadar,ahiretini 3 günlük dünya ile değiştirecek kadar gözünü hırs ve çıkar bürümüş bir
topluluk olmuşuz.Öyle ki işin ilahi adalet yönünü dahi düşünemez olmuşuz.
     İşte bu hafta ki sohbette tarihten buna canlı bir örnek vereceğim.Umarım bir kıssadan bin hisse alınır.
   II.Mahmud döneminde, Celal adında hilekar,aç gözlü,namert bir bakkala derviş
kılıklı biri işçi olarak girer.Derviş çalışmaya başladığı günden beri görür ki,Celal denilen aç gözlü bakkal terazi ayarları ile oynayıp, halkın satın aldığı mallarda hile yaparak çalmaktadır.
 Bir gün dönemin Zaptiye çavuşları dükkanları ve tabi ki terazileri kontrol için dolaştıklarını haber alınca Celal efendi hemen eski ve hileli terazisini saklayıp yeni ve sağlam teraziyi masaya koyar.Zaptiyeler gelip kontrollerini yapıp,gittikten sonra çırak derviş Celal efendiye;
-Celal efendi bana müsaade .Bizim gönlümüz eksik tartılara talimli değildir.eksik tartı yapan yerden de ekmek yemeyiz.Belki yola gelirsin diye bir süre bekledim lakin görüyorum ki artık bu mümkün değil.
Celal efendi sertçe,
- Aptal olma da kal.Senin gibi olanlar sürünürler.’’Allah cezanı verir’’ ifadesi laftan ibaret, hani nerede ceza.Bir gelen olursa ben tedbirimi alıyorum ve bana bir şey olmuyor.Gel gitme.pişman olursun sonra.der.
Derviş gülerek,
      - Benim gibi aciz bir kul bile senin yola gelmen için üç-beş gün sabretti.Rabbinin sabrı çok daha geniştir.Sana verdiği mühlet elbette daha uzun olacaktır.Ancak ,Cezası da sabrı kadar güçlüdür.Teraziyi saklarsın ama kelleyi gören var Celal efendi der.ve çıkıp gider.
Bakkal,derviş kısmı biraz aptal ve salak olur deyip güler geçer.Aradan yıllar geçer bir gün Vaka-yı Hayriye denilen günde devlet güçlerinden kaçan yeniçerinin biri kaçarken şaşkınlıkla Celal efendinin dükkanına sığınır yeniçeriyi arayanlar onu orada bulunca Celal efendiyi işbirlikci olarak suçlayıp,
hapsedilir.Derviş hapiste Celal efendiyi ziyaret ettiğinde derki,
- Bu gün başına gelen şey padışahtan değil,padışahların padışahı olan Allah’dandır.Ben sana teraziyi sakladığından değil,kelleyi saklıyamadığından kork,cezanın ne zaman geleceği belli olmaz demedim mi?
   Celal efendi suçsuz olduğunu ispat edinceye kadar
hapiste 2 yıl kalır.Bu süre içerisinde dükkanı kapanır,malı
telef olur,iflas eder,karısı bir başkasına gider,annesi ölür,sağlığı bozulur.Suçsuzluğu anlaşılıp hapisten çıkınca hayata yeniden başlıyarak dükkanını açar.Ölçüye,tartıya doğru olacağına artık hile yapmayacağına yemin eder,
dükkanının girişine de şunları yazdırır.
    Niyazla dağıldı tufan rüzgarı
    Tövbenin gücü günahı yendi
   Bundan sonra hakta ara her karı
   Kelleyi gören var Celal efendi.
 Biz burada herkese Kelleyi gören var Celal efendi diye sesleniyoruz.Bu dünya geçici.Bu dünya da insanları,hakimleri kandırabiliriz.Helal,haram demeden ne bulursak çoluk çocuğumuza da yedirebiliriz.Çalıp,çırparız,haksızlık
eder kul hakkını yeriz amma Bunun cezasını ilahi adaletten hem bu dünyada hem de ahirette göreceğimizi unutmıyalım.
Gelin millet olarak yeniden O asil dönemlerimize dönüp,kul hakkına,helal ve harama,komşu hakkına riayetedelim.Devletin malı ve zayıfın malı deniz,yemeyen domuz(Yahudi anlayışını) Devletin malı deniz yiyen domuz anlayışına döndürelim.Kul hakkına özen gösterelim.Yoksa sonumuz Celal efendi gibi olur.
Biri birimizi sevelim.güçsüzlere Sahip çıkalım.bir olalım,diri olalım,iri olalım. Zira bu dünya hiçbir zalim baki kalmamıştır.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
KIZIL SULTAN !
 
Dünya tarihinin en güçlü devletlerinden birini kurmuş olan Osmanlılar 623 yıl hüküm sürerek tarihin
en uzun süren hanedanlığı olmuşlardır.35 padişah içinde elbetteki olumsuzlukları ön planda olan birkaç
 padişah olmuştur.Asırlardır dünyayı yöneten bu devletin elbette yanlış ve hatalı tarafları da vardır.
Ama çok büyük başarılı ve olumlu yanları varken biz hep adeta karanlıkta iğne arar gibi hatalı yanlarını
araştırmış ve bulduğumuz yarım yumalak bilgileri abartarak insanlarımıza sunmuşuz.Böyle bir vefasızlık
örneğini de başka hiçbir millette görebilmemiz mümkün değildir.Tarihimize karşı O kadar ilgisiz ve
ön yargılı davranmışız ki Osmanlı düşmanlarının öne sürdüğü ipe sapa gelmez iftiraları dahi belge
olarak değerlendirip kabullenmişiz.Büyük devletler Osmanlının muhteşem dünya hakimiyetini
inceliyip onun uygulamalarından dersler ve örnekler alırken,biz ise,ecdadımız olan Osmanlıdan
dersler almayı bırakın Onu yanlış tanıtan her fikrin yanında olmuşuz.
Tarih Milletlerin tecrübesidir.sözünü hiç kaale almayıp Babasını reddedip tek başına başarı sağlamaya
hayat tecrübesinden yoksun çocuk gibi   dünya arenasında bugün ki hak etmediğimiz yeri almışız.
 Tarihimizde O kadar çok kültürel zenginliklerimizi işleme,yeni nesile aktarma,geliştirme,pekiştirme yapacakkenPadişahların bazılarına deli ,bazılarına zalim ,bazılarınakadın düşkünü ,bazılarına hain ,bazılarına Kardeş katili ,bazılarına zavallı ve aciz diyerek…insanımız tarihinden uzaklaştırılmıştır..İşte bu sohbetimizde buna bir örnek vereceğim.
Osmanlı tarihi içinde en dirayetli ve kaliteli padişahlardan biri olan II.Abdulhamid bazı tarih kitaplarımızda
Kızıl Sultan olarak anılır.Bunun nedenini daha önceki sohbetlerimde dile getirdiğim için tekrarlamıyacağım.
Ancak Yahudi ve Ermeniler tarafından kendisine haksız yere Kızıl Sultan denilen bu ulu Hakan hakkında
İki kıssa sunarak bu lakabın böyle bir hükümdara yapılan iftira olduğunu ortaya koymaya çalışacağım.
      II.Abdulhamid Osmanlının sonunu hazırlayan İttihatcılar(Jön Türkler)tarafından 31 Mart vakası sonunda tahttan indirilip,Selanik’te Alatini köşkünde ikamete mecbur bırakılmıştı.
Bir gün Köşk Kolağası Devrik padişahın huzuruna çıkarak.
-Efendim Haberiniz olsun diye söylüyorum.4 düvelle harbe girdik.
       II.Abdulhamid merak ve şaşkınlıkla,
- Allah Ordu-yu Hümanyüna nusret ve kuvvet versin.Kimlermiş bu 4 düvel.Rasim bey.
         Kolağası Rasim bey:
- Yunan,Karadağ,Sırp ve Bulgar efendim.Ve maalasef yenilmek üzereyiz hakanım.
 II.Abdulhamid. hayretle,
- 4 Düvel bize karşı birleşirde nasıl haberimiz olmaz Rasim bey ? Bu nasıl gaflettir!Sonra bu devletler nasıl     birleşebilir ki! aralarında kilise kavgaları var.
 Rasim bey kekeliyerek:
- Şey efendim.Meclis Kiliseler Kanununu çıkararak aralarındaki anlaşmazlığı halletti.Başımıza bunların geleceğini nereden bilebilirdik ki?
- Yani onları kendi ellerimizle birleştirdik öylemi?Yazıklar olsun,yazıklar olsun.
Rasim bey:
- Efendim Selanik düşmek üzere sizi İstanbul’a götürecekler.Bunun için emir aldım.
II.Abdulhamid büyük bir öfke ile,
- Rasim bey! Rasim bey ! ne dediğinin farkındamısın?Selanik demek İstanbul’un anahtarı demektir.Ordu nerede, asker nerede?Selanik nasıl bırakılıp ta gidilir?Eğer bırakıp gidersek tarih ve ecdat yüzümüze tükürmezmi?Biraderim hazretleri buna nasıl razı olur?Hayır ben buna razı değilim.
70 yaşında olduğuma bakmayın.Bana bir tüfek verin.Asker evlatlarımla beraber Selanik’i son nefesime kadar müdaafa edeceğim.
(II.Abdulhamid daha sonra zorla İstanbul’a götürülmüştür)
Ben Padişahlığım süresince milletimin hiçbir evrağına abdestsiz ve Besmelesiz imza atmadım.
Sözü de yine Ulu Hakan Abdulhamid’e aittir.
Şimdi gelin efendiler insaflı düşünelim.Osmanlının en kritik döneminde tahtta çıkmış olan ve 33 yıl başta kalıp
Osmanlının dağılışını,dolayısı ile yıkılışını önleyen uyguladığı Denge Politikası ile geciktiren Alman Prensi
Bismark’ın En büyük siyasi daha olarak değerlendirdiği bir ecdad hükümdar için Kızıl Sultan diyerek baltayı ayağımıza vurmak doğrumudur?
Tarihimize karşı bu denli iftiralara aldanmakla bir yere varamayız.Yeniden büyük devlet ve millet olup dünya üzerinde hak ettiğimiz yeri alabilmek için mutlaka tarihimizle barışmamız onunla ilgilenmemiz,onu tanımamız gerekir.Hiç değilse Futbola ve Magazin yazı ve programlarına gösterilen ilginin onda birini Tarih ve Kültürümüze gösterirsek bugünü daha iyi anlar,değerlendirir ve yarınımızı daha güvenle kurarız.Hoşca kalın
 
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           
 
 
 
 
 
 
 
 
MALATYA VE BATTAL GAZİ
 
   Battal Gazi diyince akla Malatya,Malatya deyince de akla başta Battal Gazi başta olmak üzere Özal ve Kayısı gelir.
   Seyit Battal Gazi efsanesi,Türklerin islamı kabul etmeye
başladıkları 9.yüzyılda Abbasiler tarafından kurulan
Avasım (sınır) illerinde görev yapan bir mücahit yiğit olarak ortaya çıkmıştır.Abbasi-Mervan(842-847) ve Vasık
dönemlerinde Bizansla yaptığı destansı kahramanlıkları ile
ün kazanmıştır.Battal Gazi Eskişehir dolaylarında Bizans
ile yapılan Akronion(740)savaşında pusuya düşürülerek
şehit edilmiştir.Ancak Battal Gazi adı bir efsane olarak
Malazgirt savaşı (1071) sonrası başlatılan Anadolu’nun
Türkleşmesi ve İslamlaşması çalışmalarında hep ön planda
yaşatılmıştır.Battal Gazi’nin hemen,hemen tüm mücadeleleri Malatya etrafında geçmiştir.Malatya valisi Emir Ömer ile birlikte Malatya’yı Bizans’a karşı savunmuştur.Arap kabileleri rasında Meşhur olan destansı roman Zelhimme’de Battal Gazi,Emir Ömer ve Abdulvahap bir arada anlatılmaktadır.
Danişmentler ise,1124 de bir Battal Gazi Menkibesi meydana getirmişlerdir.Velhasıl Battal Gazi adlı Bizans’a Anadolu’yu dar eden yiğit kişinin Abbasiler zamanında Türklerden oluşturulan ordu şehir olan Avasım(uc) İllerde ortaya çıkmış ve hem Arap, hem de Türk toplumları tarafındanSahip çıkılmış,bayrak olmuş bir
mücahittir.Battal Gazi,Seyit Hüseyin Gazi’nin oğludur.Malatya'nın Battalgazi ilçesinde
bulunan ve Hüseyin Gazi ocağı denilen bir evde
doğmuştur.Ancak bu ev şimdi bir harabe halindedirTarihimize karşı ilgisizliğimizin bir canlı örneğini daha görüyoruz.Zira Malatya ile bu kadar özleşen,İslam ve Türk-İslam tarihinde bu kadar önemli bir yere sahip bir yüce kişinin mekanının bakımsızlıktan
harabe halde olması bir vefasızlık örneği değil de nedir?
O ev yeniden aslına uygun olarak yapılsa içine Battal Gazi ile ilgili yazılar ve resimler yapılsa burası hem turistik açıdan önem kazanır,hem de vefa borcu ödenmez mi? Belediyeler bunu yapamazmı?Battal Gazi’nin torunlarına da zaten bu yakışır.Malatya adının doğuşu ile ilgili Asurlar
tabletlerinde:Melita,Hitit kaynaklarında: Maldia(Bal anlamındadır),Urartu vesikalarında: Melitea,
Roma döneminde:Melitene,Araplar tarafından:Malatiyye şeklinde telafuz edilmiştir.
Selçuklular Malatya’ya Vilayet-i Malatya derken bir üstünlük ifadesi olarak da Dar’u-rrifa(saadet,mutluluk yeri) şeklinde anmışlardır.Malatya tarihi ve kültürü ile dünyanın en önemli yerleşim yerlerinden biridir.
Bugün bu özelliklerinin yanında gelişmişliği,eğitim seviyesi,modernliği,Sanayisi,sanatı ile yine Türkiye’nin en önemli şehirleri arasındadır.Bu gelişmeninRahmetli Özal döneminde daha da geliştiği muhakkaktır.Malatyamızın daha da ileriBir seviyeye ulaştırmak için herkesin elinden gelen tüm gayreti göstereceğindenEminim.
 
 
       
                 
 AL KISSADAN HİSSE,SONRA DÜŞME YEİSE!  
       Bu sohbetimizde İnsani Değerler karşısında var olmuş olan gayri insani değerler hakkında olacaktır.Yani insanı en uc artı ile en uc eksi arasında yükseltip alçaltan ulvi ve sufli Huy ve davranışlardan bahsedeceğiz Bununla ilgili tarihi kıssa anlatıp,ondan Hisseler çıkarmaya çalışacağız.Kıssamız şöyle;
    III.Selim(sarı) zamanında Kıbrıs korsanları Akdeniz’de terör estirerek,Anadolu,Suriye ve Mısır’a giden yolcu,ticaret ve hacı gemilerine saldırıp,Büyük zararlar vermişlerdir.Bu duruma üzülen ve hiddetlenen padışah,Kıbrıs’ın fethi hakkında düşüncelerini Almak üzere çok değer verdiği Vezir-Azam Sokulu Mehmed Paşa ile Şeyh-ül İslam Ebu Suud Efendiyi
 huzuruna çağırır.III.Selim Kıbrıs’ın Fethi konusunda ki düşüncelerini sorduğunda Sokulu bu olaya Çeşitli bahanelerle pek sıcak bakmadığını ifade eder.Sıra Ebu Suud efendiye geldiğinde Ebu Suud efendi:
- Padışahım.İzin verirseniz bu konu hakkında düşüncelerimi açıklamadan Evvela sizlere geçmişten bir kıssa anlatayım.deyip devam eder.Hz.İsa’dan 700 yıl kadar önce yaşadığı söylenen İsrail peygamberlerinden Danyal,Tevrat’ın açıklamasına göre kavminden zulüm ve görür ve köle olarak satılır.Hz.Danyal bilgeliği,güvenirliği ve dürüstlüğü sayesinde zamanla Babil halkı Tarafından sevilir ve zamanla hükümdar Baltazar’ın rüya yorumlayıcısı olur.Ancak her devirde olduğu gibi O zamanda da başarıyı çekemeyen Haset,bencil,haris,kibirli,zalim ve hain kalpli insanlar
Hz.Danyal’a iftira atarak,Hükümdarın gözünden düşürüp,7 aç arslanın bulunduğu kuyuya atma çezasına
çarptırırlar.Hz.Danyal’ın beline ip bağlayıp kuyuya inmesini söylerler.
 
Hz.Danyal
-Arslanlar arasında böylece inmem sizi inanmaya,doğru yola götürecekse peki ala der.Sonra ip merdivenle kuyuya iner.Ancak kuyudaki 7 aç arslan Hz.Danyal’ın yanına gelerek ona yelelerini sürüp,ellerini yalayarak ayakları dibine çökerler.Nitekim Kudüs’te Hz.Danyal’a ait kabartmalarda Hz.Danyal ile arslanların birlikte resmedilmesinin nedeni bu olaydan kaynaklanır. İşte padışahım geçmiş ibretler bugün birer temsildir ki,Hz Danyal hak ve adaleti temsil
eder.Aslanların her biri ise;
zulüm,azgınlık,hırs,bencillik,kibir,ihanet,saldırganlığı temsil eder.Hangi insan ve hangi millet ,Hakkın ve Adaletin yüceliğini unutup 7 arslanın,Rabbin arslanını yiyebileceğini zannederse sonu firavun gibi olur.
Padışah III.Selim bu kıssayı çok beğendi.Ve;
-Çok güzel söylediniz.Artık bu zulüme bir son vermenin zamanıdır.diyerek,Ertesi gün Kıbrıs’ın fethine karar verdi.
(Kıbrıs Lala Mustafa Paşa komutasında Piyale Paşa tarafından 1 Ağustos 1571 tarihinde fethedilmiştir)
Bu kıssadan hareketle 
     Bendeniz bir açıdan insanları 2 gruba ayırıyorum.I.si Hizmet ehli olanlar. İnsanlığa hizmet aşkı ile yanan çalışkan,iş bilir,kabiliyetli insanlar.
2.si ise,Hizmete engel olanlar.hırs,haset,kibir,hain,bencil duygularla Hizmet edenleri çekemeyenlerdir.Bunlar fırsat buldukça kendilerinin yapamadıklarını yapan insanlara, içlerinde ki bozukluklar nedeni ile    engel olmaya çalışan insanlardır.Bu tür insan suretliler bu yolda her
yanlışı,yalanı,hileyi kendilerine mübah sayarlar.
Kıssa da olduğu gibi, belki hizmet ehli bunlardan başlangıçta biraz zarar görebilirler aslan çukuruna atılabilirler ancak,O anda da doğruların,çalışkanların,temiz
kalplilerin,mazlumların sahibi Hz.Allah ,Hz.Danyal’ı nasıl Arslanlara yem ettirmediyse,
Hz.İbrahim’i nasıl ateşte yakmadıysa,
Hz.İsa’yı nasıl çarmıha çektirmediyse,
Ashab-ı Kehf’i nasıl 300 yıl mağarada uyutup uyandırdıysa,
Hz.Musa’yı nasıl Nil’den geçirdiyse,
 Hz.Yunus’u nasıl balığın midesinde koruduysa
doğru olanı,haklı olanı ve kalbi temiz olanı da Öyle koruyacak ve yardım edecektir.
İftiracılar,gammazlar,mazlumun hakkını gasp eden zalimler ve yalancılar ise,
 mutlaka hem bu dünyada,hem de ahirette ettiklerini çekeceklerdir.
Al kıssadan hisse , sonra düşme yeise.
 
 
 
         
 
 
 
                  
 
 
 
 
   
 
 
 
 
TARİHTEN BİR KISSA,
KISSADAN BİN HİSSE !
 
    Tarih,bir milletin hafızasıdır.Tarihini bilmeyen milletler;hafızasını kaybeden insan gibidir.Hafızasını
kaybeden insan nasıl ki mutlu olamaz ve geleceğini tayinde büyük zorluklar çekerse,tarihini bilmeyen toplumlarda geçmişin tecrübelerinden yararlanamaz ve geleceğini oluşturmada sıkıntı çekerler.
    Bunun için bu haftaki sohbetimde tarihten önemli bir kıssayı, günümüze ışık tutsun ve gelecek için de hisse alınsın diye konu edeceğim.
     Osmanlı padişahı I. Selim(Yavuz),Mısır(Memlük)seferinde ordu bir elma bahçesini geçtikten sonra hastalanır.hekimler padişahı iyileştirmek için seferber olurlar,muayene ederler lakin hiçbir teşhiste bulunamazlar.Zira padişahın gözle görülür hiçbir hastalığına rastlamazlar. Padişah hekimlerin bu şaşkınlığı karşısında
- Ben hastalığımı biliyorum.Zaman,zaman bu oluyor.Sonra elma yiyince de geçiyor.Tiz bana elma bulun.Bulamazsanız askerlerin çantasını arayın ve bana bir elma bulun.der.
Daha yeni elma bahçesinde geçen orduya haber salınır ‘’padişah ölüyor.Kim bir elma verirse kurtulacaktır.’’ancak tüm aramalara rağmen bir tek elma bulunamaz.Elma bahçesi
de çok geride kaldığı için çaresiz bir şekilde
padişaha olan anlatılır.Orduda tek elma bulunamamıştır.
Padişahın bu olumsuz haberden etkilenerek hiddetleneceği zannedilirken birden padişah gülümsüyerek yerinden kalkar ve
- Ben hasta falan değilim.öyle görünmemin nedeni daha yeni elma bahçesinin yanından geçtik.Acaba askerlerim haram elma kopardılar mı?diye düşündüm.Eğer bir elma dahi olsun çalınmış olduğunu anlasaydım bu seferden derhal geri dönecektim.Zira Haram yiyen bir ordu ile zafer kazanılmaz.
   Şu imana bakın.şu dürüstlüğe asalete,zerafete
bakın.Birde günümüzdeki aymazlığa,lakaytlığa ve hırsızlığa bakın.hortumculuğa bakın,kap-kaçcılığa bakın,tüyü bitmedik yetimin hakkını iştahla yiyen domuzlara bakın.Kul hakkı tanımayan insan kılıklı yaratıklara bakın ve düşünün.
Neredeeen..nereye..! gelinmiş.
    2.kıssamız IV.Murad dönemine ait.
Padişahın huzuruna bir adam getirmişlerdi.Adamın
Bir mahareti vardı.Dikiş iğnesini yere dikerek,
iki metre geri giderek ipliği fırlatıp iğnenin deliğinden
geçiriyordu.Adam maharetini Sultan Murad’ın da huzurunda gösterdi.Padışah hayretler içinde kalmıştı.Padişah adama,
- Hiç boşa attığın odlumu?diye sordu.
 Adam.
- Hayır padişahım diye cevap verdi.
Padişah
- Bunun için kaç yıl çalıştın diye sorduğunda
Adam
-40 yıl diye cevap verince
IV.Murad
- Bu adama 40 altın verin.sonrada 40 sopa vurun.
Diye emretti.Sebebini ise şöyle açıkladı.
-40 Altın,yapılması çok zor olan bir işi başardığı
iş için verilecek.40 değnek ise,zekasını ve zamanını
bu kadar lüzumsuz bir iş için harcadığı içindir.
Diye cevap verdi.
    Bu kıssadan ne hisse mi alacağız.her kes kendi işine
baksın insanlığa ne kadar yararlı ve rıza-yı Bari’ye ne
kadar uygun iş yaptığını ölçsün.Kırk altınımı?
40 sopayı mı? Yoksa kıssa da olduğu gibi her ikisini mi?
Hakkettiğine kendisi karar versin.Zira günümüzde bir
IV.Murad daha yok ki buna karar versin.
    Ağlarım.ağlatamam.
    Hissederim.Söylüyemem.,
    Dili yok kalbimin.
    Bundan O kadar bizarım ki
     
 
 
 
           ALEVİ KÜLTÜRÜ ÜZERİNE..
 
     Alevi kelimesi ‘Ali yanlısı,taraftarı’ anlamında
dır. Hz Ali,yüce peygamberimizin amcasının oğlu ve
küçük kızı Hz.Fatima’nın kocasıdır.Yiğitliği,müca-
hitliği dillere destan olmuş olan Hz.Ali’ye bundan
dolayı Allah’ın Aslanı ,derin ilminden dolayı ise,
İlmin Kapısı denilmiştir.
    Aleviliğin çıkış noktası Peygamberimizin ahirete
İrtihali ile başlamış,her halife seçiminde gündeme
gelmiştir.Ancak Hz.Ali ,kendisinden önce seçilen
Hz.Ebubekir,Ömer ve Osman’ı tanımış ve onlara
karşı herhangi bir mücadeleye girişmemiştir.
    Hz.Ali’nin yaklaşık 6 yıl süren halifelik dönemi
oldukca sıkıntılı olmuş ve iç çekişmelerle geçmiş-
tir.
    Hz.Osman’ın şehit edilmesi gibi müthiş bir
kargaşa ortamında halife olan Hz.Ali’nin,Hz.Osman
ın katillerine ortadaki kaostan dolayı hemen kısas
uyguluyamaması Ümeyyeoğullarını çileden çıkarmış
ve bu olayı bahane eden Ebu Süfyan ve Hind’in oğlu
Muaviye, Şam’da halifeliğini ilan etmiştir.
   Hz.Ali ile Muaviye arasında meydana gelen Sıffin
Savaşında tarafların herhangi bir sonuç alamaması
üzerine Hakemler olayı meydana gelmiştir.Bu olayda
Muaviye’nin hakemi olan kurnazlığı ile meşhur Amr
bin As’ın;Hz.Ali’nin hakemi olan Musa el Eş’ari yi
aldatarak Muaviye’yi halife ilan etmesi ortamı iyice
germiştir.Hakemler olayı sonunda belirginleşen Ali
yanlılığı;Hz.Ali’nin hariciler tarafından şehit edilmesi
ile daha da güçlenmiş nihayet Hz.Ali’nin oğlu Hüseyin
in Muaviye’nin oğlu Halife Yezid döneminde Ebu Ziyad
ın askerleri tarafından hunharca şehit edilmesi sonucu
müslümanlar arasındaki ayrılık kesinlik kazanarak
Şiilik siyasi bir mezhep halinde günümüze kadar gelmiştir.
    Alevilik;Araplarda Şia,İran’da Caferi,Afganistan’da
ve Pakistan’da İsmaili,Yemen’de Zeydi,Anadolu’da ise;
Bektaşi şeklinde mezhepler halinde adlandırılmıştır.
    Anadolu Aleviliğinin öncüsü Hacı Bektaş-ı Veli kabul
edilmektedir.Hacı Bektaş-ı Veli Makalat adlı tasavufi
eserinde Bektaşiliğin temeli 12 esasa oturtulmuştur.
Bu esaslar:Eline,diline,beline sahip olmak.Eşine,aşına,
İşine hakim olmak.Alını,gönlü,sofrası açık olmak.Sır
Tutucu,ayıp örtücü hiddet ve gazabı yutucu olmaktır
Ayrıca 4 kapıyı ve 40 makamı hak bilmek gibi esaslar
da aynı inancın düsturlarındandır.Bunlar 4 kapı olarak
adlandırılan Şeriat,Tarikat,Marifet ve Hakikat olup
her birinin 10 makamı bulunmaktadır.Bunlardan bazıları
ilim,Edep,Haya,Anaya babaya saygı ,çömertlik,merhamet,
tavazu,Hz.Muhammed’i son peygamber olarak bilmek...
     Hz.Ali yanlısı olup onu kendilerine rehber edinmiş olan
Anadolu aleviliği daha sonra yaşanılan yoğun sürtüşme,
inatlaşma ve tepki sonucu Namaz ehli yerine Niyaz ehli
inancına kaymıştır.Ancak imanın şartlarından taviz verimemiş ve Kur’an hak bilinerek Hz.Muhammed son
peygamberolarak kabul edilmiştir.Bununla birlikte Şaman inancıgeleneklerde yaşatılmıştır.Atalar kültü,dedelik,türbe
Kültürü,Ozanlık,Kımız(Dem),Cem ayini,Semah
gibi inanç ve uygulamalar günümüze kadar gelmiştir.
   Anadolu kültürünün çok çanlı bir kolu olan Alevi
kültüründe insan sevgisi had safhadadır.Öyle ki bu
durum Cem Ayinlerinde insanların biri birine secde
etmesine kadar varmaktadır.İnsan;Allah’ın yarattığı
en üstün varlık olarak görülür ve kadın,erkek,çocuk
ayrımı yapılmadan Cem’ler de hep beraber sazlı,sözlü
ibadet yapılmaktadır.Bu ayinler de bir tür mahkeme de
yapılıp, suçlular toplum dışına itilerek cezalandırıl-
maktadır.
   Kendi kültürünü iyi bilmeyen toplumlar nasıl ki,
başka kültürlere aşina olup yozlaşırsa.alevi kültürü de,
gençliğine iyi aktarılmadığı için bu kesim bir ara diğer
kesimler gibi bir bunalım yaşamıştır.Ancak 12 Eylül
hareketinden sonra Alevi kiltürüne daha büyük önem
verilmiş ve devlet desteği ile çeşitli Vakıf ve Dernekler
kurulmuştur.Bu konuda özellikle Hacı Bektaş-ı Veli
Vakfı ile Cem vakfı çalışmaları taktirle karşılanmaktadır.
Bugün buralarda;her zamankinden daha fazla ihtiyaç
duyduğumuz Birlik,beraberlik ve kardeşlik mesajları
verilmektedir.Böylece kalplerde kin,nefret tohumları yerinesevgi ve kardeşlik tohumları yeşermekte ve adeta bu kültürün mimarı sayılan Hacı Bektaş-ı Veli’nin şu öğretileri hayata geçirilmektedir.
Bir olalım,diri olalım,İri olalım.
Gelin canlar bir olalım sevelim sevilelim.Bu dünya
Kimseye kalmaz.
Sözleri Yunus’un,
Yaradanı hoş gör,yaradandan ötürü.
Sözü ile; Mevlana’nın;
Gel yine gel
Her ne isen bundan evvel
Sözleri kucaklaşıp,yeniden Çanakkale cephesinde ve
kurtuluş savaşındaki birlik ruhu oluşuyor,parmaklar
birleşerek güçlü bir yumruk oluşarak vatanımıza göz dikenEmperyalist güçlerin kafasına inmek için gün be,gün
güçleniyor..
 
                      
 
                           

 
             AHİLİK ÜZERİNE.
 
     AHİ sözcüğü;Arapça da Kardeşim anlamında
dır.13. ve 20.yüzyıllar arasında Anadolu’da
Esnaf ve Zanaatkar Birliğine verilen Ad’dır.
    Ortaasya Türkçesinde Eli açık,yiğit anlamına
Gelen AKI sözcüğü islam kültürünün etkisi ile
AHİ şekline dönüşmüştür.
     Ahi teşkilatına Arapça da;genç,yiğit,cömert,
delikanlı anlamına gelen Feta sözcüğünden
hareketle Fütüvvet de denilmiştir.
     Ahiliğin kurucusu;13.yüzyılda yaşamış,bir deri
 ustası ( Debbağ ) olan ve Ahi Evran diye bilinen
Şeyh Mahmud Nureddin ( Nasır üd-din )dir.
    Ahiler;Selçuklu devletinin Kösedağ savaşı son-
unda çökmesi sonucu meydana gelen Fetret dönem-
inde gösterdikleri faaliyetlerle,bunalımdan çıkış,
Osmanlının kuruluşu ve Anadolu Türk birliğinin
tekrar sağlanması gibi çok önemli siyasi rollerde
de bulunmuşlardır.Ayrıca Türklerin İslama geçiş ve
uyumlarında,kaynaşmalarında,Türkmenlerin göçebe
yaşayışlarından yerleşik hayata geçişlerinde,tarım dışı
teşkilatlanmanın sağlanmasında etkileri büyük olmuş-
tur.Sadece kendi mensuplarının menfaatlarını korumak
la kalmamışlar bir inanç birliği misyonunu üstlenmiş-
lerdir.
    Bir taraftan örnek yaşantıları ve öğretileri ile gönül
kalelerini fethederken,diğer yanda Alp-eren denilen
derviş mücahitleri ile Gaza-Cıhat işlevini de icra etmiş-
lerdir.
    Ahi ocağına yeni girene,Ahi şeyhleri ve babaları taraf-
ından törenle her birinin ayrı anlamı olan Şalvar Giydirilir,
Kuşak Bağlanır ve Tuzlu Su İçirilirdi.uzun bir eğitim-öğretim
den geçen adaya,740 kuraldan oluşan Fütüvvetname denilenesaslar benimsetilir ve yaşatılırdı.Adayın 3 şeye karşı açık,3 şeye karşı da kapalı olması sağlanırdı.Açık olması gereken
esaslar Eli,Kapısı ve sofrası;Kapalı olması gerekenler ise,
Gözü,dili ve belidir.Yani aday cömert ve iyilik sever olup,
haramlardan kendisini koruyacaktır.
   Fütüvvetname’de belirtilen diğer bazı esaslar şunlardır.
Haram’a bakma,yeme,içme.Doğru,dayanıklı ve sabırlı ol.
Yalan söyleme.Hırsızlık yapma.Yanlış ölçme.Eksik tartma.
Kanaatkar ol.Dünya malına tamah etme.Büyüklerden önce
söze başlama.Kimseyi aldatma.Hakkına rıza göster.
Göçlü ve üstün durumda iken,affetmesini bil.
Hiddetli iken,yumuşak davranmasını bil.
Kendin muhtaç iken,başkalarına verecek kadar cömert ol.
 Ahilikte şu hususlar; Yiğidi yiğitlikten,Ahiyi ahilikten,
Şeyhi şeyhlikten çıkarır.Şu hususlar ise;Cennetliği
Cehennemlik yapar.Bunlar:İçki,Zina,Livata,Dedikodu,
İftira,Kibir,Haset,Zulüm,Kin,Nefret,Ahde vefasızlık,Yalan,
Emanete ihanet,Hırsızlık,Aldatmak,Cimrilik,Kusur araştırmak gibi kötü huylardır.
   Bu ahlaki yapılanma ile yetişen Ahiler Çıraklık,Kalfalık veUstalık aşamalarından geçerler,daha sonra da Şeyh ve Babalıkmakamına erişirlerdi.İşciye :Fityan,Ustaya: ServeranYiğitbaşıUstabaşına da , Ahi baba denilmiştir.
    Ahiler elemanlarını Fazilet ve erdem üzerine yetiştirirken,meslek hayatında buna uymayan üyelerini yargılar,cezalandırırve örgütten atarak esnaflığına son verip,toplum dışına iterdi.
   Mensupları arasında ihtilafı halletmek,Devlet ile Esnaf-Zanaatkar Arsında ilişkileri düzenlemek,ücret ve fiat tesbitinde bulunmak,malların cins ve kalitesini belirlemek,denetimlerde bulunmak gibi görevleri olan Ahi örgütleri,Osmanlı kuruluş döneminde Bir hayli gözde iken,Fatih’ten sonra Lonca adı ile devam etmiştir.18.yüzyıl da meydana gelen celali isyanlardan olumsuz etkilenen ve asi Yeniçerilerin askerlik yanında esnaflıkla uğraşmaya başlaması sonucu dejenerasyona uğrayan ve nihayet Sanayi İnkılabına ayak uyduramıyan bu örgüt çökmüştür.30 Ekim 1923 te çıkarılan bir yasa ile Atatürk ilke ve inkılapları doğtultusunda kaldırılarak
yerine Esnaf ve Zanaatkarlar Cemiyetleri kurulmuştur.
   Bugün Ahi örgütlerinin ahlaki yapısını dünyanın hiçbir yerinde görmemiz mümkün değildir.Halbuki iç ve dış dinamiklerin Otokonrolü sayesinde kazanılmış dürüst,aldatmayan,güvenilir,din,devlet ve millet aşkı ile yanan,davranışları ile topluma örnek bir yapılanmaya ne kadar muhtaç olduğumuz ortada değil mi?Ancak bu günkü esnafımızın büyük bölümünde bu hasletlerin
önemli bir kısmını görmemizi,bu anlayışın geleneksel olarakgünümüze kadar yaşatıldığını görmemiz mümkün de diyebiliriz.
 
                
 
 
         
 
 
 
 
         ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR.!
 
Harmankaya Tekfuru Köse Mihayl neden Müslüman oldu?
                    
       Sohbetlerimde önemine binaen adalet kavramı üzerine    çok duruyorum. Bu hafta da   yine tarihten bir kıssa   sunarak bu kavram üzerinde durmak istiyorum. Adalet ve hoşgörüye büyük önem veren Osmanlının    değer verdiği bu   iki   hayatı   kavramdan dolayı   insan ve toplamların   nedenli   teveccühlerini   kazandığı bu yüzden   huzurlu     bir toplum olustuduğunu ve büyüyerek   devasa bir   imparatorluk   haline geldiğini   anlatmaya çalışacağım. 13. ve 14. üncü    asır   arasında   yaşamı olan   Köse Mihayl   Osmanlı devletinin kurusundan    Osman   beye   yardım etmiş   ve savaşlarda   bulunmuş    bir   Rum beyidir    asıl adı kosifos mihaelis;   dır. Kendisi   büyüten   dadısı     bir Türk Olduğu   için   Türkçe’yi   gayet güzel konuşur Köse Mihayl    soyu zamanımıza kadar devam etmiştir.İnönü’nden     Osman     beye   karşı    savaşırken   ona   esir    oldu.Osman     bey     ona     Türk    geleneklerine   has   olan   şekilde     çok    kibar     davranır.Ve     kendisini      çok    sever.Sonradan      çok    iyi     iki     arkadaş     olurlar.
     Bir gün Osman beyin kadılarından olan bir arkadaşını     görmeye   gider.Bu    sırada      üç   davacı    sıra    ile   kadının    huzuruna çıkarlar.Yaşlı bir adam olan birinci davacı yirmi yaşında      kadar   olan   oğlundan    şikayetçi olarak der    ki:
   _Ben    Karaman    beylerin    soyundan      gelme    seçkin       bir kişiyim.Yanımda pek çok hizmetkar çalışır.Ama   oğlum         bana   asi    geldi   ve    gitti   Osman   beye      çalışıyor.Benim    haysiyetimi        çiğneyen    bu    evlattan     davacıyım.kadı   sözü    delikanlıya   verince    tertemiz   bakışlı     ve     Levent endamlı    geç ve çok bir sesle kendini   savunur.
       Saygı değer kadı hazretleri gerçekten    babam      seçkin    bir   ailedendir.Sayısız hizmetkarlar önünde   korku    ile    eğilmekteler    ancak    adamlarına    karşı   çok   zalim   ve   haşindir.Küçük   bir  hatası    olanı   bayıltıncaya     kadar    kırbaçlatır. Zavallılar   az   bir   para    karşılığı    yarı   aç   yarı    tok   çalışmaktadır.Ben   zalim   bir   beyin   kasılan evladı    olmaktansa   Osman    bey   gibi    adaletli     ve   insanlık   sevgisi   dolu   olan   bir   beyin kölesi    olmayı   tercih    ederim.
     Kadı bu sözünü sakınmayan delikanlıya   bakarak ;  
   _Türk   töresinde    insan    haklarına    saygı     her    şeyin         başında gelir.İslam ahlakı insan hakkına hürmeti en büyük   hürmeti en büyük ibadet olarak kabul    eder.Bu    bakımdan evladın babadan şikayeti bir ihbar olarak kabul edecektir.der Netice Osman gazinin hüküm ettiği sınırlar   içinde     yaşayan   Karaman beyinin halinim tetkikine adamlarının dinlenmesin de karar verilir. İkinci davacı da genç bir dinleyici olarak      ortaya çıkar ve der ki:
 _Ben bir Türk ustanın yanında çırak olarak çalışan Rum        vatandaşıyım.Sanatına    hayranlığım    ve     hürmetim çoktur. Ancak ustam beni Pazar günü de çalıştırıyor. halbuki       babam beni pazar günü kiliseye götürmek istiyor.Cuma       günü kendisi ibadet edip bana izin veriyor ama benim için    kıymeti yok.Haftanın her günü çalışayım ama bir Pazar       günü izin verirsin.Bu  Pazar gitmedim beni işimden     çıkardı dört senedir bu sanat üzerinde emek verdim bir    yıl      çalışsam usta olacaktım.Beni böylesine terk ettiği için     kendisinden davacıyım..
     Delikanlının ve ustanın gerekli şahitleri dinledikten sonra Kadı derki:
      -Türk töresinde usta çırağının babası sayılır.Babası sokağa atacı değil anlayışlı eğitici ve kurucu olmalıdır.İslam ahlakında dine baskı kesinlikle yoktur.Herkesin inanışına saygı vardır.Bu bakımdan usta çırağına Pazar günü izin verecek , ve sanatını kazanıncaya kadar yardımcı olacak.Beraber yaşamaları imkansız kılacak bir geçimsizlik olursa, yeni bir usta buluncaya kadar maddi manevi tazminatını tarafımızda onaylanan miktarda ödenecek.
        Kosifos Mihaelis bu davaları dinledikten sonra kendi kendine şu Osman beyin adamları, kanunları, yasaları ve inanışları ne derece insanı etkiliyor der.Bir müddet sonra islamiyeti    inceleyip Müslümanlığı kabul eder.Köse Mihal adını alarak Bursa’nın ve daha bir çok yerlerin zaptına hizmet eder.
           Hz.Ömer, Atatürk ve daha nice büyük devlet adamlarının söyleyip şair edindiği Adalet mülkün Temelidir anlayışı gerçekten düşünülmesi ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir sözdür Adalet toplumları kaynaştırır.Huzuru sağlar.Anarşiyi önler ve nice Köse Mihailleri bize yaklaştırır.Adaletsizlik ise, toplumları böler , huzursuz kılar, cinnet ve isyanın eşiğine getirir.Köse mihayilleri bizden uzaklaştırır .
            Adalet adına adaletsizlik yapanların, adalet terasızı gibi kutsal bir metayı,rüşvet ve torpil gibi gayri ahlaki bir davranışla bozanların insanların en şerlisi olduğu muhakkaktır .
             Ne mutlu hayatı boyunca adaletten şaşmayanlara ,ne mutlu kul hakkına riayet edenlere.
              Yazıklar olsun üç günlük dünyaya tamah ederek Adaletsizlik yapıp, kul hakkını yiyerek işkembesini cehennem ateşi ile dolduranlara..
                 
 
 
 
 
 
 
 
 
ADALETİN HÜKMÜ İLE GÖNLÜMÜZ FERAH OLUR MUTLAKA İKİ CİHANDA İNSAN ETTİĞİNİ BULUR!
 
        Bu hafta ki tarih sohbetimiz yine  sosyal ve siyasal yapının temeli olan adalet üzerine olacaktır.Bununla ilgili sizlere tarihten küçük bir kıssa anlatmak istiyorum.
 Divan edebiyatımızın en büyük şairlerinden olan baki ( 1526 1600 ) Kanuni Sultan Süleyman’ın musahibi olur.Bir sohbet sırasında şair padişaha şöyle bir fıkra anlatır:
‘’ Bir gün hazreti Süleyman’a üç yabancı şikayete gelir. 
   Biri der ki;
-Efendimiz ben Fenikeli bir tüccarım.Hudut kapısından girerken her çuval buğdayımdan bir ölçü alıyorlar... Halbuki bir ay öncesine kadar böyle bir kanun yoktu. İkinci şikayeti de haline arz ederim.
-Ben fakir bir demirci ustayım.Her gün saraydan nöbetçiler gelip,’Hz. Süleyman’ın emridir’ diye beni ve bazı gençleri götürüyorlar. Her gün bir saat yaka suyuna kurulan köprü inşaatında bedava çalışıyoruz.
Üçüncüsü de ağlamaklı bir sesle konuşur.
 -Ben hudutlarımıza Fenikeli tüccarlardan gireni çıkanı kaydeden bir memurun bana hiç olmayacak işler için büyük paralar gönderdiler kabul etmedim.Şehrin kadısının emriyle yüz değnek vurdular hem de işimden ettiler.Kadıdan şikayetçiyim.
 Hz. Süleyman hemen bu işlerin üzerine düşer.Sonra adamlarına emir verir.Bu işin suçlularını arattırır ama bulduramaz. Aradan bir zaman geçer.Bir gece Hz. Süleyman rüyasında Hz. Davut’u görür.Hz. Davut ona der ki:   “Yakınlarını bilmeyenlerden Allah yakınlığını siler.”Hz. Süleyman uyandığı zaman bu sözleri, içi sızlayarak düşünür.Kendisine manevi bir işaret gibi gelen
üç şikayetçiyi tekrar arattırır. Ama onları da bulduramaz. Nihayet tarihte akıllılığı ile ün yapmış olan veziri Asaf;
-Efendimiz biz suçluları hep dışarıda aradık.Sizin gölgenize sığınıp iş gören yakınlarınız da olabilir.Malum ya çınarların gölgesinde yılanlar da krallar da serinler der.
      Hz. Süleyman bu ikazı çok yerinde bulur.Kendi mahiyetin akrabalarını yakınlarını da ince bir araştırmaya tabi tutar. Fenekeli bir yahudinin kızı olan eşlerinden birinin vezirlerinden biri ile anlaşıp korkunç bir rüşvet dolabı kurduğunu üzülerek öğrenir.Gerekli tertibatı aldırır, suçluları cezalandırır ve etrafını böylesine serbest bıraktığı içinde tövbe eder.
   Şair baki hikayesini bitirince Kanuni Sultan Süleyman’^nın yüzüne bakar.Çünkü bu fıkra ile’’ Osmanlı Padişahına ilk defa rüşvet aldırdım.” Diyen Rüstem paşayı anlatmak    ister.
Aynı    zamanda padişahın    damadı   olan   Hırvat dönmesi   Rüstem paşa 815 çiftlik 476 su değirmeni sayısız köleleri ile bir devlet bütçesi gibi yığarken, halktan vergi vermeyenlerin boynuna zincir vurularak zindanlara attırmıştır.
   Böylece de Osmanlı İmparatorluğuna en ihtişamlı devri yaşatan Kanuni son yıllarda iktidarı bu yolda bırakmış olar.Ama padişah şairin anlattığı hikayedeki nüktenin inceliğinde durmayarak adaletin hükmüyle gönlümüz ferah olur. Mutlaka bu cihanda herkes ettiğini bulur. Diye şiir gibi bir sözle cevap verir.
Şair ısrar eder:
-Ama padişahım herkes ettiğini buluncaya kadar ne canlar yanar. Hem sizin tarihteki büyüklüğünüze de leke sürülmesinden korkarım.Sizden sonra “Ah Süleyman vah Süleyman demeleri yerine Şah Süleyman demelerini isterim” diye sözü şakaya bağlar. Sonra da: Minnet Hüdaya devlet-i dünya fena bulur.
       Baki sahifei alemde adınız mısralarını okur.(Allah’a
şükürler olsun ki dünyada ele geçen her şey ölümlüdür.Ama adımız alem sayfalarında baki kalacak.)anlamındadır.Değerli okurlar lütfen söyler misiniz şimdi Rüstem Paşa nerede? Hz. Süleyman’ın, Veziri nerede? Nemrutlar nerede? Karunlar nerede? Zalim Haccaclar nerede? Tarihte debdebe ile yaşamış daha nice”Ali kıran baş kesen” zalimler, mazlum halkı ezerek gününü gün eden krallar kul hakkı ile işkembesini doldurmuş hak bilmezler nerede?
     Elbette bu dünya ettiklerini bulduktan sonra şimdi de mutlak adalet sahibi yüce Allah’ın sorgusundan peki günümüzdeki gafil yoldaşlarına ne olacak? Bu dünyada yaptıklarını kar mı kalacak.elbette onların yanına kar kalmayacak”Alma mazlumun ahını çıkar aheste” misali yaptıkları burunlarından gelecektir.”Ata eder evlat öder “ misali yaptıkları haksızlıklardan çoluk çocuğu da etkilenir.
   Gelin canlar bir olalım sevelim , sevilelim birbirimizin hakkını gözetelim.Kul hakkı yemeyelim kimseyi aldatıp dolandırmayalım. Zira bu dünya kimseye kalmaz, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Bir gün acı acı çıkar. Dürüst ve temiz toplum olalım. Huzur ve güven ancak böyle sağlanır. .
  
    
    
                
 
 
 
                       AH DİLİM VAH DİLİM!
 
Dil bir milletin veya toplumun anlaşma aracıdır.Her toplumun kendine özgü bir dili ve bu dili meydana getiren kelime hazinesi vardır. Tabi ki bizimle öyle çünkü 2000 küsür yıllık geçmişe ve yüksek kültüre sahip olan milletimizin zengin bir dili vardır. Ancak ne yazık ki bir çok alanda olduğu gibi dilimize de   sahip çıkamamışız. Öyle ki konuştuğumuz kelimeleri incelediğimiz zaman pek çoğunun yabancı kökenli kelimeler olduğunu görürüz. İşte bu haftaki sohbetimin dil konusuna ayırdım. Cumhuriyetten itibaren dil konusunda titiz bir çalışma başlatıldı ve bunun la ilgili olarak. Türk dil kurumu kuruldu. Dilimiz büyük ölçüde Arapça ve Farsça kelimelerden arındırıldı ancak ne var ki Avrupa ile olan sıkı ilişkilerimiz sonucu oradan dilimize giren yabancı kelimeler önlenemedi bununla ilgili yaptığım araştırmanın çok küçük bir bölümünü sizlere sunarak durumun daha iyi anlaşılmasını sağlamak istiyorum tüm tasfiyelere rağmen dilimizde hala yaşıyan kelimeler üzerinde durmayacağım. İngilizce kökenli kelimeler üzerinde durmayacağım. Zira o kadar çok ki nerede ise tüm spor dallarındaki deyimler teknolojik kelimeler   İngilizce. Ben daha çok Fransızca, Latince ve Yunanca kökenli kelimelere deyinmek istiyorum çünkü okuyunca göreceksiniz ki bu kelimeler günlük hayatımızdaki çok sık kullandığımız ve konuşurken Türkçe kökenli sandığız kelimelerdir. Ben bunlarında büyük kısmını sizi sıkmamak için eledim. Zaten biliyorsunuz Tıbbi , ekonomi, teknoloji, spor terimlerin hemen ,hemen hepsi yabancı.İşte günlük hayatta yoğun olarak konuştuğumuz bazı kelimelerin kökeni.
Fransızca kökenli kelimeler Abone, Abonman, Adres, Afiş, Alarm, Alkol, Alyans, Amatör, Ambalaj, Ampül, Amiral , Apartman, Arabesk, Asistan, Atölye, Avanta , Avukat, Bant, Baraj,Benzin, Biberon, Biskivü, Bonbon, Branş, Buket Büfe, Bira Dans, Defile, Dekor, Delege , Depo Depresyon Detay, Dispanser Doktor, Dosya, Dokuman Duş, Ekip,ekran,Esans, Espiri,Eşofman Etiket Faktör Fakülte Fason Fermuar Fiş Gar Garson Gri Grup Hara İmaj Kaban ,Kabin, Karikatür, Karo, Kaset, Kasket, Kaşe, Kermes, Klasör,Kolye, Konfor, Konser, Konvoy, Krem, Kreş, Kumandan, Kupon, Kurs, Kurye, Kuzen, Külot, Kordon, Lojman,   Kostüm, Mayo, Militan, Rekor , Rapor, Reklam, Rozet, Türban, Tuvalet, Virgül, Sembol, Seminer Sera, Somun, Şamanizm, Şans, Tablo, Minibüs, Moda, Model, Marol, Not, Net, Paket, Panik, Parsel, Parti, Pantolon, Pijama, Piknik,Pil Poz Puan,
Yunanca Kökenli kelimeler.
Afyon, Anahtar, Barut, Bodrum, Dikiz, Diploma tik, Efendi, Elmas, Fasulye, Fırça, İstif, Ispanak, Izgara, Irgat, Hoyrat, Ihlamur, Halter, Harita, Gübre, Gümrük,   Karanfil, Kart, Kelepir, Kestane, Kerata, Kilo, Kokoreç, Komik, Körfez,Kukla, Kulübe Kumbara, Kundak, Kutu, Mermer, Marol, Mandal, Mantar, Lamba, Lastik,Küfe, Kümes, Lağım, Lahana, , Moloz, Para, Peçete, Paydos, Pide, Politika, Problem, Salya, Sınır, Sıra, Sufi, Takoz,
Latince kökenli kelimeler Abluka, Adapte, Aktif, Albüm, Anten Barbaros, Boya, Bavul, Baraka, Berber, Beton, Bilet, Bilye, Baca, Bono, Büst, Dama, Desen, Disiplin, Düzine, Fatura, Firma, Gazete, Gazino, İskarpin, İskele, Kadro, Kaptan , Kasa, Kolonya, Kordon, Kurdele, Kültür, Laçka, Lira, Lokanta, Makarna, Madalya, Manifatura, Marangoz, Masa, Racon, Roman,Salata, salça, Sandal, Sandalye, Sadır, Sistem,Sivil, Soba, Şef, Tabela, Tabla,Tavla, Toka, Mobilya, Mola, Normal, Papel, Pasta, Pusula, Vazo Vapur...
      Evet değerli okurlar Hayret Ettiniz değil mi? Günlük hatıramızda kullandığımız her an kullandığımız bu kelimelerin Köken olarak Türkçe olmadığını görünce insan hayret edecek ve vay anasına be biz neymişiz! Aslında biz farkında olmadan yarı yarıya Avrupa dili ile konuşuyormuşuz da haberimiz yokmuş diyeceksiniz .
Desene   AB’ye girdiğimizde çok zorluk çekmeyeceğiz benim aklımın olmadığı veya kabullenemediğim şey Türkçe dersinde.Kullanılan kelimeler.Parantez, Virgül,    Nokta, Ünlem, Kompozisyon, Makale, Roman, Hikaye, Masal vs
Kelimelerin Türkçe olmayışıdır. Bunlara bakınca insanın aklınaTürk dili kurumu ne iş yapıyor acaba? diye sorası geliyor .Ama hiç sormayalım bence. Niye mi? Niyesi varmı?, 12 Eylül ihtilal öncesini hatırlarsınız bu kurum tarafından uydurulmuş öylesine kelimeler vardı ki neredeyse baba oğul birbirini anlayamaz hale gelecek . Kültürel kopukluk yaşanacaktı .Örneğin;Gök götürü konuksal avrat(hostes), Demirsel binit (tren), Çok oturgaclı    götürgeç (otobüs), ulusal   Düttürü(milli marş), Bakargaç(göz), Duyargaç(kulak), Koklargaç (burun), Doğuraç (ana) , Doğurtaç (baba).. gibi kelimeler ,toplumu adeta şok etmişti. Bereket versin 12 eylül bunları yasakladı da bu tuhaf kelimeler kelime dağarcımıza katılmadı. Efendim aslında gerçek olan dil yaşayan, konuşulan, toplum tarafından benimsenmiş anlaşılan kelimeler topluluğudur. Kökeni ne olursa olsun kelimeler zenginliğini ifade eder yok Arapçadır ,farsçadır, Ermenicedir, Fransızcadır, İngilizcedir Latincedir,     Yunancadır.. Burası çok önemli değildir. Toplum tarafından özümsenmiş olması anlaşmayı sağlaması önemlidir. Ancak tabi ki konuştuğumuz kelimelerin Türkçe kökenli olması kültürümüzün yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılması bakımından önemlidir, yabancı kelimelerin hepsini sözlüklerimizden atalım demiyorum. Bu yanlış olur. Zira bunlar toplumca benimsenmiştir.   Bunlar dursun. Ancak bunların yanına    bunların Türkçelerini bulup,koyalım. Böylece dilimizde zenginlik olur hem de öz kültürümüze sahip çıkmış oluruz ve   selam Hoş çakalın.
 
 
 
                          
 
 
BİR İBRET ABİDESİ DAHA   BAKALIM İBRET ALABİLECEKMİYİZ!?
 
Avrupalılar Muhteşem Süleyan dedikleri Yavuz Sultan Selim’in oğlu Kanuni Süleyman’ın 2 tuğ sahibi, Mohaç   kahramanı   Bali beye gönderdiği mektupta şunları yazmıştır.
“Yargılarım ve muhteşem lalam Bali beye;
...Bilesin ki bey olmak iki kefeli terazidir.
Bir kefesi Cennet, diğer kefesi Cehennem’dir.
Bir an adaletle hükmetmek 70 yıllık nafile ibadetten daha   iyidir. Ahireti   hatırından çıkarmayasın. Serasker olduğun ve Hükmünün   geçtiği yerlerde halka zulümden şiddetle kaçınasın Yoksa ahirette   yakana yapışırım. 
vilayetleri kılıcımla fethettim demeyesin.
Memleketler Allahü teala   Hazretlerinindir . sakın nefsine gurur getirmeyesin. Fetholunan   kaleleri mal ve erzakını hep Beyt-ül   Mal için almışsın. Buna rıza-yı hümayunum yoktur bilesin. Ganimetin beşte   birini   alıp diğerlerini   islam askerilerine dağıtasın. İslam askerlerinin ihtiyarlarını baba, orta   yaşlarını kardeş,gençlerini ise oğul   bilesin.Babalara hürmet , gençlere   ise şefkat   gösteresin. İslam askerine   hiç   bir   şekilde eziyet çektirmeyesin
Nimeti bol veresin.Eğer hazinen tükenirse bana bildiresin.   Sana iki bin kese altın göndermede aczim yoktur.Fakir halkı   büyük vazifelerle rahatsız etmekten şiddetle kaçınasın ki bizim   halkımızı   rahat görüp,   küffar imrensin   Bir kimseyi   hizmetinde kullandığın   zaman   onun   İlk haline   aldanmayasın.Çok kimseler vardır,Elinde fırsat olmadığı zamanda Zahitlik ve   iyilik yüzünü gösterip, eline Fırsat geçtiğinde de   Fİravun   ve   Nemrut    olur.O kişileri   tecrübe et. Eğer   önceki    hali   son   haline   uyarsa   hizmetinde   kullanasın.    Doğruluktan   asla ayrılmayasın.   
 
İmdi   Ey Gazi Balı   bey! Sana   dahi nasihatim   Odur   ki, Atın yörüğünü, kılıcın   keskin olanını,beyin bahadırını saklıyasın Allahu teala      yolunu   açık kılıcını keskin eyleye    seni   küffar üzerine mansur      ve muzaffer eyleye Değerli okurlarım mektup da ki vakaları   asaleti  ve feraseti gördünüz değil mi? insanın içinden   gayri ihtiyar ahh keşke atalarımızın yolun dan ayrılmasaydık keşke şimdiki böyle ferasat sahibi olsalardı gibi düşünceler   geçiyor böyle bir inancın bugün kü brokrasiye hakim    olduğunu    bir an    hayal etsek. Karşımıza nasıl    bir tablo   çıkar   dersiniz? Ama   biz   yine en iyisi   böyle muzur şerler düşünmeyelim! çünkü hayaller kısa sürer. Sonra yine kahrolası gerçekler    başlar. O zaman da mutsuzluğumuz daha da artar.Biz yine; gasplar, vurgunlar, talanlar, rüşvetler, iltimaslar , hortumculuklar faizcilikler ve dolandırıcılıklarla 
dolu dünyamıza dönelim. Bizim neyimize gerek bisiklete binmek !Sonrası mı.? sonrasını zaten siz biliyorsunuz.    Fazla söze   ne gerek var ..
 
 
                     
 
              AMAN BİZİMKİLER DUYMASIN !                                   
      Hayran olduğumuz ! Avrupa medeniyetinin biraz    geçmişi araştırıldığında, oldukça barbar ve geri bir    uygarlık karşımıza çıkar.Öyle ki , m edeniyeti ile övülen    ve üstün medeniyetini , barbar olarak nitelendirdiği doğu ya ulaştırmak isteyen Roma İmparatorluğu’nda pislik alabildiğinde yaygındı. Öyle ki Helayı   (WC)bilmedikleri için başkent bile burun direğini sızlatan bir koku içinde idi. Ancak ana sokakların nispete temiz kalmasını sağlamak için tedbir düşünülerek sokak köşelerine küpler konularak ihtiyaçların yollara küplerin içerisini yapılması   sağlanmıştır bu küpler kontrol altında tutulmuş ve bunları gönüllü olarak bazı kişiler dolduklarında    toplayarak döküldükten sonra tekrar yerine koymuşlardır.Ancak bu pisliği toplayanların daha sonra kumaşı beyazlatmak için kumaş atölyelerine ve    gübre    için    tarlalara   götürdükleri    anlaşılınca      imparator   Vespasianus (66   79) bu   işle   uğraşanların   devlete    vergi    vermesi   gereğiyle    bir   kanun    çıkarmıştır.Oğlu   Titus, buna   karşı   çıkınca   imparator   Vespasianus kızarak,   pislik   vergisi   olarak       alınan parayı oğlunun burnuna uzatıp, kokla bakalım    bunlarda idrar kokusu var mı? Para paradır.Nereden   geldiği    hiç   önemli    değildir! Demiştir.
    Fahişe   yaptığı   Türk    kızlarını   genel     evlerinde   çalıştırarak   kazandığı    para ile vergi    rekortmeni olan    M.Manukyan’a   devlet   töreniyle    ödül veren, insanını   zehirleme    pahasına    sigara ve içki     fabrikası   açan     daha sonrada    bu yolda hastalanan   insanlarını    tedavi   etmek için para harcayan   zihniyet    Roma   İmparatorluğu   gibi ; Para paradır . Nereden   geldiği   önemli   değildir. diyerek   insan pisliğini    BİYOENERJİ    kategorisine    koyarak    vergilendirmeye   kalkışmasın.Onun   için biz   bunu   yazdık ama    bu işi sakın bizimkiler     duymasın   dedik.
 
 BU KADAR KUSUR KADI KIZINDA DA OLUR!
 
      Bu hafta ki Tarih Sohbetinde Osmanlı döneminde doğan ve bugün dahi halk arasında sıkça kullanılan “ O kadar kusur kadı kızında da olur” deyiminin çıkış kısası ile ilgili olacaktır.
      Zamanının birinde meşhur bir   İstanbul kadısının pek sakat Gözü şaşı,kulağı duymaz topal Gülnaz adında bir kızcağızı varmış.Uzak semtlerin birinde de şairliğe özenen, mısralar yazan, bir tuhafiyeci .   Etrafın   güzelleri arasında pek kıymet bulur. Ama kendisini çok beğenen   tuhafiyeci   Yahya efendi daima büyüklerden birinin kızı ile evlenmeyi düşündüğü için kimseye fazla yüz vermezmiş.
      Fakir bir kalaycının çok güzel kızı olan Gül naz da kendini kaptırır. Kurdele, iğne, iplik almaya geldikçe peçesini açar ve yüzünü Yahya efendiye belli etmeden gösterir durur. Yahya efendi de güzel kızı çok sever ancak ailesini öğrenemediği için bir türlü evlenme teklif edemez. Gül naz   şairin zengin aile merakını bildiği için babasının kalaycı olduğunu bir türlü söyleyemez.. Yahya efendi Gül naz   için;
         Adı Gül naz, endamı saz;
         Melek yüzlü iş ve baz.
         Halimi bil inat etme,
 Diyerek güzel mısralar yazar.
       Ancak gösteriş budalası Yahya efendi kızının ailesini öğrenmeden gönlüne kapılıp bir türlü evlenme teklifi yapmaz..
      Gül naz   bir tesadüfle İstanbul kadısının  kızının adının da Gül naz olduğunu öğrenince korkunç bir intikam planı hazırlar. Bir gün yine dükkana   gidip,
    - Sır olmaya dayanamadım, ben İstanbul kadısının kızıyım der.
     Yahya efendi telaşlanır. “ Aman deme” Neden şimdiye kadar söylemedin? Hemen annemi bugünden tezi yok size göndereceğim der.Gülnaz, bu hale daha çok üzülür.
      - Ama der, ben babamın en küçük kızıyım daha kimseye vermek istemiyor... Hele içi yatmadığı kimselere de “Benim kızım sakattır, kamburdur, şaşıdır” diyerek gönül kırmadan çevirir. Size de böyle diyebilir. Çünkü babam esnaf   kimse istemiyor, o zaman her şey kabulümdür der misiniz?
       Gülnaz’ın   aşkı ile yanıp tutuşan Yahya efendi her şeyi   kabul ederek, hemen annesi ile kadı efendiye giderek usulünce kızını ister. Kadı şaşıdır... Benim kızım şöyledir, böyledir diye sakatlığını sayar   durur.
          Yahya   efendi şairliğini de   ortaya koyup, 
            Düşünce  ham ise   suç arar   durur,
            Suç bağışlayanı      görmemek kusur,
            Yeryüzü dürülüp bir satır olsa
            Mutlaka   kısmet yerini bulur.
Mısralarını söyleyerek ısrar eder.
       Böylece sazlı sözlü bir düğünle kadı kızı ile evlenir. Ancak, o gece karısını Görünce aklı başından gider. Gülnaz’ın    ettiği oyunu anlar. Binlerce lira ettiği masrafa ve verdiği binlerce lira ağırlığa deli olur. Ama hiç belli etmeyerek dükkanı ile evi arasında perişan gider gelir.
      On gün kadar sonra Gülnaz    dükkana gelir. Yahya efendi onu bileğinden tutup,
     -Gülnaz bana    kıydın neden yaptın bunu   söyle der.
   Gülnaz   memnun;
   -Sen beni istemedin ki!... Kadı   kızı olduğumu söyleyince   evlenmekten bahis ettin. Ben de kadı kızı Gülnaz’ı sana   buldum. İkimizin de adı Gülnaz. Senin aradığın madem kızı değil de babasının ünü ve servetiydi    halinden şikayet   neden der?
    Sonra da annesini fakir bir kalaycı olan babasını ailesini anlatır...
     Yahya efendi hatasını anlar, af diler. Akıllı bir kız olan Gülnaz, onun kurtuluşu hatta düğün için verdiği ağırlık altınları kurtarmak için de bir çare bulur.
    İkisi bir olup bu planı tatbike koyulurlar.
      Bir sabah Sulukuleden yüz kadar çingeneyi para ile tutup öğretirler, Bunlar erkenden kadı efendinin   konağı önünde zurnalı davullu bir düğün alayı kurup oynamaya başlarlar. Mahalle toplanır.Kadı efendi pencereden başını uzatıp:
    -Hayır ola nedir bu gürültü diye sorar.
   Çeribaşı neşeli neşeli konuşur: 
    -Aman kadı hazretleri bizim Yahya sizin kızınızla enlenmiş. Bize neden haber vermedi? İnsan soyunu saklar mı. Düğününü ikinci kere yapmaya geldik...
   Kadı fena bozulur. Hemen damadını çağırıp;
    -Ünümden istifade için yalan söyleyip soyunu sakladın ha? Tez kızımı boşa der.
    Yahya efendi için için sevinçten uçarsa da mahzun   durarak;
   -Ama ben bunca düğün masrafı ettim ağırlık için yüz altın verdim bana yazık değil mi? Diye boynunu büker.
   Kadı;
   -Onu da alacaksın diye bağırır.
Boşanır boşanmaz Gülnaz’la evlenen paralarını da alan Yahya efendi kadıya bir teşekkür mektubu yollayıp sonunda şu satırları ekler:
        
         Kadılık doğruluk sabır demektir
         Ziyanı istenen bunca emektir
         Hep kadılar böyle adil olsalar
         Her yerde hakikat yerini bulur.
     
 Kadı da bir kaç satırla cevap verir:
 
       Pes ettim bu işe şaştım doğrusu
      Talihin haline küstüm doğrusu
      Ben kadı olarak böyle bir soydan
       Gönül rızasıyla geçtim doğrusu.
 
Ondan sonra Yahya efendiye dostları;
 
   -Ayol kadı kızının şu kusuru da varmış bu kusuru da varmış dediklerinde   “Aman o kadar kusur kadı kızında da olur” der ve hakkında hiçbir şey söylemez... Mutlu bir ömür sürer...
    Yahya efendi bu acı tecrübeyi yaşadıktan sonra gösterişe tövbe etmiş midir? Bilinmez. Ancak   başından geçen bu olay zamanımıza kadar deyim olarak geldiğine göre çok anlamlıdır.
     Gösteriş, Ün, servet peşinde olanlar gerçek sevgiyi, sıcaklığı, güzelliği bulamazlar. Elde ettikleri gösteriş, ün ve servet ise mutlu olmalarına yetmez. Yahya efendinin yaşadığı acı tecrübeleri yaşayan çoktur ama çoğu Yahya efendinin yaşadığı acı tecrübeli yaşayan çoktur ama çoğu Yahya efendinin yaptığı gibi  geriye dönüş ustalık ve şansları yoktur. Mutluluk için satın aldıkları mutsuzluklarını telafi etmeleri çok güçtür. Onun için gösteriş, ün, servet ve hırs gibi sonu olmayan istekler peşinde koşup bunalımlara düşerek pişman olacağımız yerde mütavazi, kanaatkar, yakalamamız mümkündür diye düşünüyorum.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
                  EN İYİ YÖNETİM ŞEKLİ !
 
Dünyada tüm   canlılar   arasında     muazzam    bir denge    ve   hiyerarşi mevcuttur. Hatta uzay cisimleri,coğrafik, jeolojik,metorlojik hareketlerde   dahi yaratıcı tarafından konulan nizam intizam vardır.
   Yaratıkların en şereflisi olan insanda kendine verilen akıl nimeti sayesinde kendi kendine yöneterek, toplumsal birlik ve huzuru sağlayayıp, sosyalleşme yoluna gitmiş ve bunun için çeşitli yasalar yapmışıdır. Bu yasalar manzumesi de rejimleri doğurmuştur.
     Tarih boyunca insanoğlu kendi düzenini sağlamak amacı ile çeşitli yönetimler kurmuşlardır.Bunlar, Monarşi, oligarşi, meşrutiyet,Aristokrasi,Teokrasi,Cumhuriyet,Demokrasi,Sosyalizm, Komünizm, Faşizm..gibi sistemlerdir.Bunların içinde en sert ve acımasızı hiç şüphesiz monarşisi rejimidir.Monarşi (mutlakıyet) rejiminin yumuşatılmış şekli olan meşrutiyet rejimi de, insanı mutlu etmeye yetmemiştir.
   İlkçağda ilk kez İon ve yunanlılar tarafından kullanıldığı söylenen demokraside,kadına hiçbir hak verilmemesi,kölelik ve sınıf sisteminin bulunması gibi uygulamalar yüzünden gerçek demokrasiyi insanlar tanıyamamışlardır.
     Ancak Fransız ihtilali sonunda gelişmeye başlayan ve çeşitli aşamalardan sonra Avrupa’da yerleşebilen demokrasi rejimi bugün dünyada en fazla tercih edilen yönetimdir.
    Demokrasi Yunanca bir terim olup, Halkın kendi kendini idare etmesi anlamına gelmektedir.
     Cumhuriyet terimi ise, Arapça olup yine halkın kendi kendini yönetmesi anlamına gelmektedir.Her iki terim benzer olmasına rağmen uygulamada aralarında bazı küçük nüans farkı bulunmaktadır.
   Cumhuriyet ve demokrasilerde,milli iradeye saygı, serbest seçim esası,çok partili hayat vazgeçilmez olup,subay ve hakimlerin politikaya müdahale durumu bulunmamaktadır.
     Ancak,her şeyin   sahtesi olduğu gibi bu rejimlerin adını kullanarak uygulanan bazı yönetimlerde kurulmuştur.Kuzu kılığına girmiş kurt gibi ”demokratik cumhuriyet”                  terimlerini kullanarak insanları aldatma yoluna gidilmiştir,bunlar Çin Halk Cumhuriyeti,Küba Halk Cumhuriyeti, Demokratik Almanya,SSCB vsg. yönetimlerdir.
     Türk tarihinde yönetim anlayışına baktığımız zaman diğer pek çok toplumlarda olan katı mutlakiyetin olmadığını görürüz. İslam öncesi toplumlarında Kurultay, Türk-İslam devletlerinde Divan anlayışı hükümdarların mutlak otoritesini sınırlandırmış,adalet-yargı işlerinin bağımsızlığı daima korunmuştur.Osmanlı zamanında merkezi otoritenin güçlenmesi çalışmalarında Divan Hümayun’un varlığına rağmen mutlakıyet ön plana çıkmıştır.XVI.y.y.’da Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sonunda Halifeliğin Osmanlıya geçmesi ile Teokratik bir yapıya kavuşulmuş,Ancak nevar ki Osmanlı her ne kadar görünüşte Yavuz’a kadar çok katı olmayan bir Mutlakiyetle yönetilmiş olmasına rağmen uygulanan kanunlar şer’i kanunlardı.Padışahlar fetva almadan kimseyi öldürtemez ve şeriata uymayan işler yapamazlardı.1876 ve1908 yıllarında ilan edilen Meşrutiyetle Cumhuriyete önemli adım atmıştır.
    1 kasım 1922 de saltanatın kaldırılması ile cumhuriyetin önü iyice açılmış ve nihayet 29 ekim1923 tarihinde Atatürk”ün önderliğinde büyük bir coşku ile ilan edilmiştir.Bu tarih aynı zamanda yeni kurulan Türkiye Devletinin de bir cumhuriyet olarak temelini oluşturmuştur.Çarşamba günü 80. yılını kutladığımız cumhuriyetimiz bu günlere kolay gelmemiş her sistemin yerine oturması için belli bir zamanın geçmesi esası gereği zaman zaman çeşitli sorunlar yaşanmışsa da bugün gelinen nokta oldukça olumlu seviyededir.En iyi idare şekli olan cumhuriyetin Türkiye’miz de eşitlik,hoşgörü,kardeşlik,birlik,insan haklarına saygılı bir şekilde daha nice 80 yıllara kavuşmasını diliyorum.
 
 
               
 
ESKİ RAMAZANLARLA AVUNMAYA
DEVAM MI?
 
On bir ayın sultanı olan Bir Ramazan ayına daha erişmiş bulunuyoruz.Bu mübarek ay Oruç, zekat, Fitre, hayır,iyilik, hoşgörü,sevgi,barış. Hepsinden de önemlisi azgın nefisle mücadele, onu terbiye ve ıslah etme ayıdır.Bir çok TV kanalında çeşitli Ramazan programları yapılarak Eski Ramazanlar anlatılıp, nostalji yaşatılmaktadır.
     Sohbetlerde eski Ramazanlar şöyleydi,böyleydi diyerek
Ahlar, vahlar çekilip, böylece geçmişe olan özlemler dile getirilmektedir.Ancak bu söylemler elbette ki geçmiş günleri geri getirmez.Dolayısı ile Bu serzenişler kuru bir avuntu olmaktadır.
      Halbuki kültürümüzü planlı programlı ve akıcı bir şekilde Yeni nesile aktarabilsek bir çok alanda olduğu gibi bu alanda da geçmişte kalmış geleneklerimize özlem duymayız.Çünkü onu yaşıyor oluruz.
    İşte bu haftaki sohbetimde geçmişte yaşanan ve Kubbede Kalan Hoş Bir Seda misali Ramazan aylarında
hızlanan bazı hoş hasletlerimizden bahsetmek istiyorum.
   Osmanlı’da Ramazan aylarında hemen hemen her
Mahallede zengin hayır severler tarafından iftar sofraları kurulur ve yoksullar yedirilir,içirilir,giydirilir ve yakacak yardımlarında bulunurdu.En çarpıcı olanı ise,bir münadi kapı kapı dolaşarak;
    _Evinde hastası olan,açıkta olan var mı?var da söylenmiyorsa vebali haber vermeyenindir.
      Diye bağırarak gezerdi.
      Yoksulun onurunu zedelemek için de,yardımlar açıktan yapılmazdı.Gece kapı çalınır ve yardım malzemeleri
 Kapının önüne bırakılarak gidilirdi.Böylece alan el veren elden habersiz olur, veren el de bu hayrı Allah için yaptığından, Allah’ın bilmesi kafidir.Diyerek kendini gizler böylece gösterişten kaçınırdı.
    Ecdadımızın bu asil davranışı, elbetteki yüce peygamberimizin Komşusu aç iken tok yatan bizden değil hadisi ile pareleldir..
    Veziri Azamlar, Paşalar, Beyler, Ağalar..Ramazan aylarında ellerinde bulunan nadide ve değerli eşyalardan bazılarını açık arttırma ile satarlardı.
     Arttırmanın bedeli ise,bakılacak,korunacak yetim ve öksüz çocukların sayısı ile belirlenirdi.Dul, yetim, öksüz, kimsesiz, yaşlı, hasta, sakat kişiler yardımda zenginler adeta yarışırdı.
   Sevgi ve merhamet bu ayda öyle yaygın olur ki bundan sokak hayvanları dahi nasibini alırdı.
     Günümüze baktığımız zaman bu hasletlerin pek çoğunu kaybetmiş olduğumuzu görürüz.bir çok zengin yardım yaparken gösteri,siyasi amaç veya benzer bir niyetle yardımı yaparken TV’lerde gösterildiği gibi yardım azabına dönüşerek ihtiyaç sahipleri perişan edilmektedir.Bu hasletlerin hasretini çeken gerçek insan ve müminler az da olsa var. Ama onların küçük kepçeleri ile bu dibi delik kazan dolmaz ki. Bu güzel geleneklerimize toplum olarak sahip çıkmalıyız ki hedefe ulaşılıp hasret bitsin. Öyle birkaç TV programı ile geçmiş Ramazanlar ve bayramlar şöyle güzeldi, böyle güzeldi demek,kısır döndüğünden başka bir şey olmaz .
Bunu günümüzde bazı belediyeler yapmaktadır. Ancak bu ne yeterlidir nede siyaset buluşmamaktadır diyemeyiz.  
Eğer bu gelenekler güzelse bunları toplumumuza eğitim yolu ile planlı programlarla öğretmenli, benimsetilmeli ve uygulanması sağlanmalıdır. Yoksa Ahlarla vahlar ömrümüzü böylesi geçer gider,
 Geçmişini bilmeyen toplumlar geleceklerine de yön veremezler gerçeğinden hareketle öz benliğinizi gençliğimize öğretelim. Onları bu yoz benlikten ve kültür fukaralığından kurtaralım. İyiliğe, güzelliğe , hoşgörüye, kardeşliğe ışığa_nura, birlik ve beraberliğe...hep birlikte daha güzel günlere ve Ramazanlara kavuşmak dileği ile..
 
 
 
 
 
 
 
 
 
        
                             
 
 
                       ETME BULMA DÜNYASI    
 
     Atasözlerinin hemen hemen hepsi engin tecrübeye
dayanan doğru ve özlü sözlerdir.Hayat için söylenen .Etme bulma dünyası, başka bir deyişle Ne ekersen onu biçersin, Rüzgar eken fırtına biçer gibi sözler. Bu haftaki sohbetimin konusu olacaktır.Ah atasözlerimizi   anlamları ile bir bilebilsek. O zaman çok tecrübe edinmiş olacağız amma...
İşte bu ibretli sözlerden örnekle sizlere bir tarih kıssa anlatıp, yorumlayacağım.
    Büyük cıhangir Cengiz Han’ın torunu olan Hülagü, İran’dan ilhanlılar devletini kurduktan sonra abbasi halifesi Mutasım’a haber göndererek Bana tabii olun Ordularım çok güçlüdür.Size bu teklifim memleketimizin hayrınadır.    
Halife Hülagü’ya   karşı koyacak gücü olmamasına rağmen Ret cevabı verir.Hülagü Han güçlü ordusu ile başkent Bağdat ı 50 gün kuşatmadan sonra alır ve 800.000 kişiyi kılıçtan geçirir kedisine de pek çok değeli komutanını     askerini kaybeder.Halife   Hülagü      bilginlere   çok değer   verdini bildiğinden bilginleri yanına alarak Han’ı Otağında ziyaret edip, af diler ve bağışlamasını ister Hülagü gelen heyete sorar;Söyleyin     bakalım   siz   Hak!tan mı yoksa halktan mı    yanasınız? bilginlerden bir   kısmı biz halktan   yanayız .Çünkü halka   hizmet hakka hizmettir. Bazıları da     Hak’tan yanayız çünkü Hakkı bilmeyen halkı tanımaz derler.  
Hülagü; yanın da bulunan büyük bilgini Nasuriddin’e aynı soruyu sorar.Bilgin;Efendim ikisi de   birbirine    bağlıdır. Halk yeryüzün de Hakkın gölgesi gibidir.İster Halka hizmet edin,ister Hakka hizmet edin.Netice de ikisi de ilahi terazi de aynıdır.Amma bir de Ne Hakka nede Halka   hizmet   etmeyen bölük vardır.Bunlar   şeytanın   kardeşleridir.  
Hülagü, Halifeye dönerek benim anladığıma göre sende bu   şeytanlardan birisin bir şu halkın haline bak birde   saraydaki ihtişamına bak.Haktan yana isen,Bu hakkın hali ne?Halktan yana isen,bu debdebeli yaşayışın ne?der.Sonra da      bütün yalvarmalara rağmen Halife ve ailesini çuvallara      koyup atlıların ayakları altına çiğneterek öldürttü. Abbasiler    Emevi hanedanlığına son verirken döktükleri kardeş kanının   hesabını daha bu dünyadayken hazin bir şekilde vermiştir.  
Öyle ki ,Abbasi kurucusu Ebul Abbas Abdullah pek çok kan döktüğü için Saffah(kan dökücü)lakabı ile anılmıştır.Aradan   asırlar sonra Abbasiler;Emevilere yaptığı bu vahşetin    aynısını Hülagü Han’dan görmüşlerdir.Eee ne demişler;  
Etme Bulma Dünyası Tarih bilmez, tarih okumaz ,geçmişten ibret almaz ve kendini düzeltmez insanların, yaptığı zulmün,   haksızlığın,hırsızlığın yolsuzluğun yanlarına kar kalacağını   zannederler.Ama yanılıyorlar.İşte tarih bunun gibi bilmeceler  
ve misallerle doludur.Onlar da yaptıkları haksızlıkların       cezasını er veya geç elbette göreceklerdir.Cenab-ı Hak insanlar gibi sabırsız değil ki cezayı hemen versin.Onlara önce hatalarından dönmeleri için Fırsat tanır. Ondan sonra da öyle bir    çarpar ki,O İbreti alem olur.E ee demişler!? Etme bulma Dünyası.Alma Mazlumun Ahını Çıkar.Aheste aheste.Haksızlık   yaptığında , hayatın hiç beklenmedik bir anında öyle bir Hülagü ile karşılaşırsın ki,    çuval içine konulup, gebermekten beter olsun.
O zaman , O silenin Haktan geleceğini sakın unutma.
Şu mübarek Ramazan ayı ve bayramı fırsat bilerek; haklıya hakkını verip, helellaşıp ve bir dahi kul hakkı yememeye ve zulmetmemeye tövbe ederek,böylece yeniden insan olmak ne güzel olur. Değil mi? 
 
 
 
    GARİH CİNAYETİNE DEĞİŞİK BİR BAKIŞ
        İslam dininde zina edenler Recm edilip, ölünceye kadar taşlanarak cezalandırılır,hırsızlık edenlerin eli kesilir,Haksız yere adam öldürenin cezası ölümdür..Dörte kadar evlilik mümkün.Kadınlar dört duvar arasına hapsediliyor...diyerek İslam’a ,manevi değerlerimize saldıranlar bugün acaba hallerinden memnunlar mıdır?
 Dün böyle olduğunu söyleyerek saldırdıkları değerlerimize baktığımızda. Tarihte bu suçların uygulandığı sayı iki eldeki parmak sayısı kadar azdır.Bu cezalar caydırıcı özelliği ile suç işlemesini önlemiştir. Bugün ise, televizyon ve gazete haberlerinin bu tür suçlarla dolu olduğunu hepinizin malumudur.
     İşte bunlardan biride Garih Cinayetidir.İki gencimiz.
gencimiz diyorum.Çünkü,bunlar bizim gençlerimizdir.Yerin altından gelmiş zombiler veye uzaydan gelmiş değildir.
Bunlar Eyüp mezarlığında Büyük sahabe Eyüp El Ensari’nin türbesinin de bulunduğu mareşal Feyzi Paşanın ve Nakşi Şeyhi Küçük Hüseyin efendinin mezarları yanında esrar çekip,fuhuş yaparken bir Yahudi bunu görüp, büyük bir ihtimalle ecdadınıza,ölmüşlerinize saygınız yok sizin hiçbir değeriniz yok mu ?diyerek kınamamıştır.Bunun özerine bu iki gencimiz Yahudi Garih’i bıçaklayarak Öldürmüşlerdir. Olay, ne garip ve ne acı bir olay değil mi ? Değerli okurlar
Şu gençliğin haline bakın! büyük çoğunluğu müzik , futbol, magazin ve cinsellikle gününü gün eden, Değerlerine yabancı bir güruh durumunda.Peki bundan bizim hiç mi payımız yok?
Bütün suç bu gençlerin midir?Bence gerçek suçlu; değerlerimizi kötüleyerek gençliğimizi maneviyattan uzaklaştıranlardır. Bu korkunçTablonun gerçek ressamları onlardır.Ahlak ve faziletlerle dolu şanlı tarihimiz, bu tip olaylar karşısında feryat ederek, benim neslim bunlar olmaz, Size, canım pahasına baktığım yüce değerleri ne yaptınız?diyerek bize lanet okuyor.Yoksa siz tarihimizden, ecdadımızdan gelen bu feryadı hala duymuyor musunuz?
 
 
 
 
 
 
  
 
 
   
 
 
 
 
 GENÇLİK ÇANAKKALE’Lİ NE KADAR BİLİYOR?
               CEVAT PAŞA (ÇOBANLI) KİM?
 
Çanakkale Savaşı 1. Dünya Savaşı içinde meydana gelmiş, tarihin en büyük muharebelerinden biridir.bu savaş 1299 yılından beri devam eden ve dünya tarihini şekillendiren Osmanlının bir var oluş savaşı idi. İtilaf devletleri açısından ise asırlardan beri kendine adeta kan kusturan Osmanlıdan öç alma,ona son darbeyi   indirme savaşıdır.Her iki tarafta neredeyse tüm güçlerini ortaya koydukları müthiş bir savaştı.
    Savaş;dünyanın en güçlü donanmalarını(İngiliz, Fransız) 19.şb1915’de Saddül Bahir ve Kumkule tabyalarımızı bombalamasıyla başlamıştır.
    Savaşın ana hedefi İstanbul’u   almak, Osmanlıyı saf dışı bırakmak, müttefik olan Rusya’ya yardım ulaştırarak, Almanları zor durumda bırakmaktı.
    Türk mevzileri havadan ve denizden yoğun bir bombardımana tutuldu.Saldırılar 17 Mart’a kadar sürdü .Bu tarihe kadar sürekli takviyeler alarak sürekli güçlenen müttefik donanmasına en son dünyanın en büyük savaş zırhları olan İngiliz Quin Elizabeth gemisi de katıldı.
18 Mart’a büyük ve son saldırı için itilaf mayın gemileri tarafından denizdeki Osmanlı mayınları temizlendi.
Artık planlarına göre müttefikler asker saldırısına hazırlandı. Ancak tabi ki ,bu onların planı idi.Bir de esas olan ve her nedense hep göz ardı edilen Allah’ın planı vardı. Küçük bir mayın gemisi olan Nusret mayın gemisi müttefik gemilerinin gündüz gündüz gibi aydınlattığı denizde onca gemiye rağmen denizi tekrar mayınlaması gerçek bir mücizedir.
   Osmanlı birliklerinin kumandanı Malatyalı Cevat Paşanın topları raylar üzerinde hareketlendirme düşüncesi düşmanı iyice şaşırtmıştı.
   18 Mart günü Amiralde Robeck komutasındaki müttefik donanması boğazın gece Türkler tarafından tekrar mayınlanmış olmasından habersiz ,zaferden emin edaları ile iki sıra halinde saldırıya geçmişlerdi. Osmanlı topçusunun besmele ile gönderdikleri mermilerin tam isabeti ile tek tek saf dışı kalmaları sonunda müttefik donanma müthiş bir yenilgi ile geri çekilmiştir.
 İşte 18 Mart Çanakkale deniz zaferi budur. Bu olayın baş kahramanı hemşehrimiz Malatyalı Cevat Paşadır. Bundan dolayı TBMM tarafından kendisine 18 Mart kahramanı ünvanı ve madalyası verilmiştir.
 Böylesine önemli bir zaferin kahramanını hem de hemşermiz olan Cevat Paşayı acaba kaç kişi biliyor dersiniz?
 Mustafa Kemal Atatürk Çanakkale savaşının bu boyutunda yoktur. O, Gelibolu kara savaşlarının kahramanıdır.
   Denizde Çanakkale’yi geçemeyeceğini anlayan düşman bu kez Gelibolu yarımadasına çıkarma yapar.Dünyanın bir ucu olan Avustralya kıtasında dünyanın en savaşçı ve vahşi topluluğu olarak bilinen anzak askerleri ( Metin Uca’nın Haka dansçıları) Osmanlı askerlerinin karşına çıkarırlar. Ancak bu kez 5. Ordu Komutanı Alman Liman Van Sanders’e bağlı 57. Alay 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal Atatürk çıkar.
 Saddülbahir,Arıburnu ,Anafartalar, Cenkbayırı,Kireçtepe
cephelerinde düşmana bir daha saldırı yaptırmayacak şekilde yenilgiye uğratır.Bu Gelibolu Savaşı 24 Nisan 1915 ile 9 Ocak 1916 yılları arasında vuku bulmuştur.
   Çanakkale Savaşlarında düşman 18 zırhlı, 12 kravözör,
27 muhrip, 12 Denizaltı, 1 uçak gemisi, 36 mayın gemisi
2 hastahane gemisi, 86 nakliye gemisi 42 uçak ile 480.000 asker kullanılmıştır.
Türk tarafı ile 137 topu (6’sı büyük) ile 700.000 askeri bulunmakta idi.Savaş sonunda 252000 düşman askeri ölmüş 253000 Osmanlı askeri Şehit ve gazi olmuştur. Yani toplam 500000 kişinin öldüğü korkunç ve görkemli bir savaştır. Çanakkale savaşı . Şimdi asıl konuya gelelim.
Dedelerimizin canları pahasına koruyup bize emanet ettiği bu cennet yurdu aynı hassasiyetle korumak için ve onlara layık olmak için ne yapmalıyız? Çanakkale ile ilgili kaç belgesel film, dizi dergi kitap vs. hazırlamışız. ?Tabi ki sadece Çanakkale değil. Bizim zaferlerimiz.
Tarihe bakıldığı zaman Çanakkale zaferi gibi 100’lerce parlak zaferimiz var. Bunları gençliğimize en iyi ve çekici şekilde anlatacak herhangi kayda değer çabamız var ?
Şu Tv kanallarına, radyolara, gazetelere bakın. Hiç doğru dürüst manevi değerlerimizi anlatan belgesel, dizi,Flim, program veya yazı dizisi var mı?
Gençliğimize gösterilen büyük hedefler,ve ülküler var mı? Yeterli mi? Tam aksine kötü veya uzun vadede faydalsız örnekler veriliyor. Televoleler,Pazar keyfleri. Pembe diziler, çarkı felekler,Popstar , ahlak dışı espirilerle dolu mizah programları ,bol bol müzik ,futbol ,BBG’ler, bol bol şans oyunları… Peki bu anlayışla nasıl bir gençlik yetişiyor dersiniz.? Kendi kültüründen bihaber, kedi taklitini yapan aslan misali mukallit aşağılık kompleksi içinde bilimsel üretkenliğinden uzak büyük idealleri olmayan günü birlik yaşayan genelde erkekleri topçu kızları popçu bir gençlik yetişmiyor mu? Tabi ki gençliğin beynini milli ve manevi değerlerle doldurmazsan boş bırakırsan, onu büyük idealler ve ülkülere yönlendirmezsen , yabancı kültür; Kültür Emperyalizmi yolu ile gençliğimizi etkileyecektir.
Bizim yanımızda daha dünkü devlet sayılan ve 72.5 milletten oluşmuş ABD’YE bakın Başarısız vietnam savaşı ile ilgili 10’larca film yaprak bize nasıl izletiyorlar. Elde ettikleri cılız başarıları nasıl da abartarak askerini şişme balon gibi olağan üstü gösteriyorlar. Texsas, Tommiks, Kinova, Tex, Redkit, BillKit, Siwing, Rambo, Raki gibi uydurma kahramanları ile dünyaya kendilerini nasıl kahraman olarak tanıtıyor.
Kozmopolit bir toplumu nasıl bir bayrak ve ideal altında birleştirmişler. Ya adamların bizim gibi Battal Gazileri, Genç Osmanları, Ulubatlı Hasanları, Malkoçoğuları, Fatihleri, Yavuzları, Kanunileri, Alpaslanları gibi gerçek kahramanları olsaydı ne yaparlardı acaba?
      Efendiler! Gelin gençliğimize değerlerimizi kavratıcı, şanlı tarihini öğretici proğramlar yapalım,.Gelin bu gençliğe şanlı geçmişi ile gurur duyacak, geleceğinde de büyük ülküleri olacak bir ışık sunalım.
     Bu gençliğe Çanakkale’ de. milli mücadelede dedelerinin hangi değerler uğrunda canlarını niçin feda ettiklerini   anlatalım, kavratalım.Eğer bunu başarırsak gerisi zaten kendiliğinden gelir.
      Başta Çanakkale’de olmak üzere, kurtuluş savaşı içinde ve tüm tarih içinde vatanları, dinleri, namusları, şerefleri, milleti, devleti uğrunda şehit olan insanlarımızı rahmetle anıyor ve onları uğrunda severek şehit oldukları değerleri bir emanet olarak alıp koruyun ve kendinden sonrakilere canları pahasına olsa sapasağlam devredecek bir gençliğin yetişmesini diliyorum.
          
 
            
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
      GERÇEK   BOMBACILAR    KİMLER?
 
      İstanbul’u   kana boyanan bombalama olayları   kimin yaptığı ve neden Türkiye’de yaptığı?
     Hala    kafaları   meşgul   etmektedir. 
      Kimi El_ Kaide, kimi ibda_C, Hizbullah, PKK... gibi örgütler üzerinde duruyor.Genelde de     dünya    kamu    oyuna    enjekte     edilmek     istenen ‘’İslami terör örgütleri!’’üzerinde duruyor.
       Bir ağaçta hastalık varsa onun yaprakları üzerinde yorum yapıp, tedaviye gidilmesi nasıl doğru değilse, onun kökü üzerinde esaslı bir   araştırma yapmadan hastalık kesin olarak teşhis edilemez ise, teröründe kökü araştırılmasa gerçek Failleri bulunamayacak ve tedavisi de yapılacaktır.
     ‘’En büyük namussuzlar, en aşırı namuslu geçinen insanlar arasından çıkar’’ sözünden hareketle, bugün teröre en aşırı tepkiyi gösteren ülkeler; bir zamanlar Türkiye’ye ve diğer ülkelere karşı terörü destekleyen İsrail,İngiltere, Rusya,Çin,Küba,Fransa,Yunanistan,Suriye,
Libya ve tabi ki,
Ermeni_Asala, PKK,El_Kaide,Hizbullah,Taliban, El_laden, Saddam Hüseyin,Kaddafi,Hafız Esad...gibi   örgüt ve kişileri yetiştiren eğiten ABD değimliydi?
        Şimdi ise, ABD ,ektiği rüzgarı,fırtına olarak biçmektedir...Başka bir deyişle;’’Frenkeştayn’’sahibini yemeye başlamıştır.
          Bunları neden mi söylüyorum?Şu meşhur ikiz kuleler olayını hatırlarsınız.Sahi o gün binlerce kişi ölürken niçin bir tek Yahudi ölmemiştir...!
           ABD yılları önce hazırlanmış olan’’Afganistan operasyonuna’’
          El_Laden?i öldürme bahanesi ile başlamamış mıydı? Ne oldu yer yüzünde yürüyen karıncayı dahi uzaydan gördüğünü                                               iddia eden ABD Laden’i neden tespit ederek öldürmemiştir?
     Yoksa uydularımı bozulmuştu! Ardından Saddam’ı bahane edilerek Irak’a girdi.Sonuç malum.
İstanbul’daki Sinekok saldırısında da bir sürü muamma var.
     1.İntihar saldırıcıları   neden bombayı Sinekok’un içinde   değilde dışında patlatmışlardır?
     2.Ölenler neden genellikle Türktür?
     3.Olaydan   hemen sonra Türkiye’ye   gelen İsrail başbakanı ve dışişleri bakanı neden“Yahudilerin tek huzur bulacağı yer İsrail’dir” demişlerdir?
    4.Olay neden hala diğer faili meçhul olaylar gibi sırrı tam çözülememiştir?
          Cevabı şöyle.
    1-İsrail, İsrail’e yerleşmek istemeyen İstanbul Yahudileri’ni korkutarak İsrail’e yerleşmelerini sağlamak istemişlerdir.
    2-ABD ve İsrail politikasında uzaklaşmayan Türkiye’ye gözdağı vererek “bak sürüden ayrılanı kurt kapar.” Misali bizimle birlikte hareket etmesen başına bu tür şeyler gelir.demeye getirmişlerdir.
     3-Dünya kamu oyunu yönlendirdikleri bir hava ile, olayı”İslami terör örgütler’ne yıkınca bir taşla birkaç kuş vurmuşlardır.Böylece sanki islamda terör varmış havası vererek insanlara İslamı karalayarak Türkiye’de düzeni, huzuru sarsıp, bizi yeniden sıkıntılı, kaoslu günlere itmek ve mevcut başarılı hükümetin konumu bozmak istemişlerdir.                   
     Bombayı koyan el kimin olursa olsun.Asıl bombacılar ABD, İsrail ve İngiltere’dir.
     Diğerleri zavallı birer piyon ve taşerondur.Zira hiçbir gerçek Müslüman böyle suçsuz insanları öldürmez.Bunu yapana asla Müslüman denilmez.
      Biz uyanık olursak, biz dönen dolapların farkında olursak, biz kuru gürültüye papuç bırakmazsak, bir ve beraber olursak inanın bu oyunlar bizi hiç etkilemez.
      Bir gün gelir tıpkı Akıttığı mazlum kanı ile boğulup Allah’ın adaletiyle yıkılan SSCB gibi ABD, İngiltere ve İsrail de akıttığı onca mazlum kanı ile boğulup gideceklerdir
                               
 
 
 
            İKİ BÜYÜK İHANET VE BEDELİ!
 
   Güncel hayata bakalım hemen hemen her bölüm de kişisel yaşantıda, aile ve toplum hayatında çok sık görülen kötü bir haslettir ihanet. Bunun nedeni ise, çoğunlukla haset çekemezlik, hırs, kıskançlık gibi bir biri ne yakın duygulardır. Bu kötü davranışın sonucu küskünlükler, yıkımlar, cinayetler yoğun olarak yaşanmaktadır.Ancak tarihte hasedin doğurduğu öyle ihanetler vardır ki, imparatorlukların çökmesine devletlerin yıkılmasına dahi neden olmuştur. Bu sohbetimizde bunun çok ibretli 2 örneğini verip ,bunların nasıl ağır sonuçlar doğurduğu üzerinde duracağım.
   Malumlarınız Osmanlı Avrupa’nın belki de son önemli kalesi olan Viyana’yı fethederek fitne yuvasını dağıtıp ilahi nizamı tüm aleme hakim kılma sevdası ile harekete geçmiştir .     sultan IV.Mehmed zamanında, Viyana’nın fethi için görevlendirilen Serdar ı Ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 1683’de 60,000. kişilik muharip ordu ile üç buçuk ay içinde Viyana önlerine gelerek şehri kuşatmıştır.
Kanuni döneminde dahi alınamayan bu güçlü kale, duraklama dönemin de alınması mümkünken alınamamıştır. Viyana kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanmasının ilk yanlışlarını Vezir’i azam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yapmıştır. Viyana gibi bir kültür merkezinin zarar görmemesi için kuşatmaya ağır toplar getirmesi ve askerin şehri yağmalamasını yasak etmesi, kendine aşırı bir güvenle gururlanarak çevresindeki insanların tavsiyelerini dinlememesi gibi hatalar Viyana’nın     fethini zora sokmuştur. Ancak buna rağmen Viyana’nın   fethi mümkünken Mustafa paşa’nın karşılaştığı peş peşe iki ihanet koca imparatorluk için karanlık dönem ve dönüm noktası olmuştur . Birinci ihanet Kırım Hanı Murat Giray Han’dan gelmiş tir . Tatar askerlere komuta eden Kırım Hanı, Tuna nehri üzerindeki taş İskender (inaburg ) köprüsünü tutarak burada Viyana’ya yardıma gelen Leh kralı Sobleksi komutasındaki 120.000 kişilik müttefik orduyu geçirmemesi için emir almıştır. Ne var ki,Kırım Hanı bu görevini kasten yerine getirmemiş ve bunun nedenini kendine soran hocasına şunları söylemiştir; _Behey efendi, sen bu Osmanlının bize ettiği cevri (sıkıntıyı) bilmezsin . Biz Tatarları öyle bir hale koyduk ki,yanlarında Eflak ve Boğadan keferesi kadar rağbetimiz kalmadı. Bu düşmenin nedenini kaş defadır serdar’I Ekrem’e yazı bildirdiysem dinletemedim.Üstelik yazdığı cevaplarda, kokmuş peynir veat eti yediğimizi dahi yazmış.Bilirim ki bu ihanet dinimize de yakışmaz. Lakin gurur ve asaletim beni komadı.Osmanlılar görsünler kendileri kaç akçelik adammış.Tatar kadrini bilsinler .dedi ve köprüden geçen haçlı askerlerine mani olmadı.Leh ordusu hiç ummadığı anda Osmanlı Ordusunun ardında belirince ordu şaştı ve bozuldu.
   İkinci ihanet ise Viyana muhasarası sırasında Alaman dağı savaşında Budin beylerbeyi damat koca İbrahim Paşadan geldi.İbrahim Paşa hiçbir yenilgi belirtisi yokken ordusunu sırf Mustafa Paşaya olan şahsi kini ve hasedi yüzünden Yanıkkale’ye çekti.
    Peşpeşe yaşanan bu iki ihanet sonucu ordu bozuldu binlerce asker şehit oldu.En önemlisi bu yenilgi Osmanlı için bir dönüm oldu. Bu yenilgiden sonra Osmanlı Avrupa’da ve balkanlarda tutunamayarak uzunca bir süreç içinde vuruşa, vuruşa Meriç nehrine kadar çekilmek zorunda kaldılar.
    Peki bu ihaneti yapan Kırım Hanı muradına mı erdi?Hayır 1774’de Osmanlı’dan ayrılıp Moskof pençesine düştüler ve kominst rejimi döneminde iskenceler, sürgünlerle yurtlarından edilip adate yok edildiler.Bu ihanetin bedelini hem Osmanlı hem tüm islam alemi, hem de ihanet edenler çekti.Ama bu çok ağır bir bedel oldu.Tarih iyi bilinmediği ve ibret alınmadığından tekerrür ediyor.Aynı ihaneti1. Dünya savaşı sırasında Şerif Hüseyin tekrarladı ve Araplar Osmanlıyı sırtından vurdu.Osmanlıda ayrılan bölük, pörçük haldeki Arapların haline şimdi bir bakım .Bir avuç Israille başademez durumda. Darmadağınık ve zavallı bir halde değiller mi?Şimdi benzer bir ihanet de doğuda yaşatılmak isteniyor.
Uyanık olalım ,tarihten ibaret alalım. Bir ve beraber olalım.Ayrılıp dağılmayalım. Biz bir ve beraber olursak 7 düvel karşımızda bir olsa bile vız gelir.
 
 Kıssadan hisse alana , Kara yazı yazılmaz alnına.    
 
 
 
                                              
 
   
 
 
 
 
HALKIN LAKAP TAKTIĞI OSMANLI VEZİRLERİ!
 
Osmanlı tarihi incelendiğinde bazı sadrazamların   ilginç lakapları olduğu görülür.İşte bu haftaki tarih sohbetinde lakap takılan vezirleri ve takılan lakapların nereden kaynaklandığını anlatacağım.
Amcazade   Hüseyin Paşa; II.Mustafa’nın sadrazamı olup,
Mustafa’nın   sadrazamıdır.   Köprülü   Fazıl Ahmet   paşanın amca oğlu olduğu için bu lakapla anılmıştır.
Boynu eğri Mehmet Paşa; IV.   Mehmet’in   sadrazamıdır.Bağdat seferi sırasında   boynundan yaararlanıp eğri kaldığı   için   bu lakapla alınmıştır.
Cenaze Hasan Paşa III.Selim’in   sadrazamı olup, görev süresince sürekli hasta olduğu için bu şekilde anılmıştır.
Civan Mehmet Paşa;Sultan İbrahim’in sadrazamı olup, çok yakışıklı olduğu için böyle alınmıştır.
Çelebi Güzelce Ali Paşa;II. Osman’ın sadrazamı olup, yakışıklı, efendi, terbiyeli ve tatlı dilli olmasından dolayı bu lakapla alınmıştır.Hain Ahmet   Paşa ; Kanuninin vezirlerinden olup, Mısır’da   isyan ettiği için böyle la kaplandırılmıştır
Hazerpare Ahmet Paşa;Sultan İbrahim’in Sadrazamlarındandır.İsyan sonucu yeniçeriler tarafında parçalanarak öldürüldüğü için böyle anılmıştır.
Humbaracı Ahmet Paşa; Asıl adı Comte   de Bonneval olup, Müslüman olmuştur.Humbaracı ocağını kurduğu için bu lakapla anılmıştır.İvaz Mehmet Paşa ; 1. Mahmut’un sadrazamıdır.Çocuk yaşta devlet kapısında bedel karşılığı yetiştirilmek üzere verildiği için bu şekilde lakap takılmıştır.Kaba kulak İbrahim Paşa: 1.Mahmut’un sadrazamı olup, kulakları çok büyük olduğu için bu lakapla anılmıştır.Kalaylıkoz Ahmet paşa: II.Ahmet’in sadrazamlarından olup, süse, giyime ve gösterişe çok meraklı olduğu için bu şekilde adlandırılmıştır.
Kalafat Mehmet Paşa: III. Ahmet’in sadrazamlarındandır. Bünye ve kıyafetçe gösterişli olduğunda böyle anılmıştır.
Kemankeş Mustafa paşa: IV. Murad’ın sadrazamlarındandır.Ok atmada ve yapmada hünerli olduğu için böyle anılmıştır.Melek Ahmet Paşa :III. Selim’in sadrazamlarındandır. Çok yakışlıklı ve yumuşak huylu olması dolayısı ile bu lakapla anılmıştır.
Mere Hüseyin Paşa: 1. Mustafa’nın sadrazamıdır. Aslen Arnavut’tur.ölmesini istediği adamları için Arnavut’ça ‘’AL’’anlamında Mere dediği için bu lakapla anılmıştır.
Mezemorta Hüseyin Paşa: III Mustafa’nın sadrazamlarındadır.Yera Deniz Savaşında Venedikler tarafında kılıç ve kurşunlarla delik, deşik edilip,
Öldü (mort oldu ) denilip bırakılmasına rağmen, ölmeyip iyileştiği için Venedikler tarafında böyle adlandırılmıştır.
Öküz Mehmet Paşa:II Osman’ın sadrazamıdır.Bir öküz nalbandının oğlu olduğu için bu lakapla anılmıştır.
Tarhuncu Ahmet Paşa: IV Mehmet’in sadrazamlarındadır Eskiden vergi memuru olduğu için bu şekilde anılmıştır.
Zurnacı Mustafa Paşa:IV Mehmet’ in sadrazamlarındadır. Yeniçeri ocağındayken Zurna çaldığı için böyle anılmıştır.
Semiz Ali Paşa: Kanuni’nin sadrazamıdır. Uzun, iri yarı biriOlduğu için bu şekilde adlandırılmıştır.
Şehzade hocası oldukları için Lala şeklinde adlandırılan sadrazamlar: Şahin Paşa, Mustafa Paşa, Mehmet Paşa’ dır.Gerek yaşlı gerekse iri olduklarında Koca şeklinde adlandırılan sadrazamlar: Mustafa Paşa , Ragıp Paşa, Yusuf Paşa, Hüsrev Paşa , Hadım lakabı ile adlandırılan sadrazamlar:Ali Paşa ,Sinan Paşa ve Süleyman Paşadır, Bunların dışında saraya damat için Damat şeklinde lakaplandırılmış sadrazamlardan vardır.
      Değerli okurlarım geçmişe devletin en üst kesimlerinde görev yapan insanlara tattıkılan lakapları gördünüz.
   Peki ya bugün bu gelenek! Unutulmuş mudur? Elbette hayır. Bakın   bugün halk tarafında lakaplandırılmış devlet erkanında kimler var; İsmet Paşa, Mazlum Mederes, Tonton Özal, Hamido, Karaoğlan Ecevit, Baba Demirel, Ana Çiller, Başbuğ Türkeş, Hoca Erbakan, Kasım Paşalı Tayyip,
Nitekim Evren, Otel Ayısı Taşar, Çiçekçi Kamer,
Liboş Mehmet, Hasso Cello, Rindiko.. gibi isimler var. Yiğit Lakabı ile anılırmış
    Halkımızın lakap taktığı futbolcular da az değildir.
40 yaşın üzerinde olanların gayet iyi hatırlayacakları bu futbolculardan bazıları şunlardır;
   Bombacı Bekir, Lağım Osman, Leblebi Mehmet, Tahta Bacak İsmet, Rüzgar Zeynel, Takoz Cemil,Kör Tuğrul,
Donanma Kamil, Ordiyansyon Lefter, Çengel Arap ali,
Sarı METİN, Atomkarınca Rıza Şifo Mehmet..
 Lakaplardan bahsedip de eğitim hayatımızda lakapları ile ünlü çok değerli hocalarımızdan söz etmemek mümkün mü?Yine 40 yaşın üzerinde insanlarımızın hatırlayacağı   ve okuduğu zaman tatlı bir nostalji yaşayacağı ve onları hayırla anacakları isimlerin bazıları şunlardır.
Mişmiş Münür,Sıfırcı Melahat,Deli Fikriye,Tavuk Hamdi, İspirtocu Yusuf,Rambo Remzi,Öksüz Celal,Bitirim Mehmet, Yer Fıstığı Tombul Rıdvan,Sosyete Seher,Büyük ana Saadet, Kör Şahin,Kefere Mamo,Füze Melahat,Çavuş Ahmet
Şığ Hanifi,Soğrates Mehmet,Dayı Çavuşoğlu,Resistans Necla, Delikanlı Mustafa,Sarı Metin, Şehit Aydın,Zorlu Necmi, Meraklı Melahat,Deli Nermin,Pehlivan Cercis,Kel Halil, İskelet Mustafa,Ayı Hüsnü,Kaz Orhan,Kraliçe Hayriye,Çene Yusuf,Keriz Mehmet,Kocero Deve Cengiz,Mişon Bekir,Deli Gaffar Hayri,Dayı Mehmet,İmparatorVahdet,Dana Halil,Fışfış Hasan,Üçgen Ramazan,Şeşparmak Şerafettin,Gavur Ali,Beyaz Ayı Halil,Sıfırcı Naki,Bücür Hüseyin,Kelle Nuri,Ispanakçı Mehmet,Katerina Kamile,Nana Ulviye,Horoz Ali,Kız Memet, Donjuan Ömer,Klay Taner,Artist İsmet,Deli Kurt Salih,Deli Arif,Moment Murtaza, Pinpon Ramazan,Çekirge Nazmi,Hacı Murat,Malkoçoğlu Suat,Çamur Şevket,Karayılan Kadir,Jet Yusuf, Baba Zeki...gibi isimleri derleyebildim.
Hocalarımızın Sağ olanlarına sağlık ve afiyet,ölmüş olanlarına da rahmet diliyorum.            
 
 
 
 
 
 
                 
                       IRAK   İLE FARKIMIZ
                  (EBOLA VİRÜSÜNE DİKKAT!)
 
   Irak savaşı.Yok canım ne savaşı!buna savaş denilir mi?
bilmem.Çatışma kelimesi daha uygun herhalde.
Irak;ABD’nin kısmi güç gösterisi karşısında nasıl da sindi. ABD bile işin bu kadar kolay olacağını kestirezdi.
Adamlar 20 gün içinde koca ülkeyi,100 asker,2 helikopter ve birkaç tank kayıpla ele geçirdiler.
Hani? Her gün biruh, bidem,nefteke ya Saddam.
(canımız,kanımız sana feda olsun ya Saddam) diye çığırtkanlık yapanlar?Hani son derece iyi eğitilmiş!Cumhuriyet Ordusu.Her fırsatta kuru,sıkı atan generaller nerede?Tüm bunlar bir anda buharlaştılarmı?Onlar yok ta bu rezalet neyin nesi?Irak halkı, ABD ve İngiliz işgal kuvvetlerini neden alkışlıyor,çiçek veriyor ve en çirkini de ellerini öpüyor!
Ya bu insanların hiç mi izzeti hefisi yok?Kadın,çocuk demeden 1000 lerce sivili öldüren,kutsal mekanları bombalayan işgal güçlerini adeta ellerine sağlık dercesine ellerini öpen bir zihniyet tarih boyunca görülmemiştir.
Biz ülkemizde onlara ağlar ve üzülürken ve Tony Bleyr ile C.Bush’a lanetler yağdırırken Bağdat bir anda ABD’ci olup çıktı.Karşı koyamıyorsan bari hüzünlü görün be adam. İnsaf daha ölüleriniz bile tam kaldırılmadı. 1.Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle birlik olup Osmanlıyı arkadan vururken bu kadar merhametli değildiniz? Asılarca İslam’ı kollamak uğruna asil kanını severek döken bu necip millete karşı gösterdiğiniz kahramanlığı! Neden ABD askerlerine de göstermediniz?
Hiçbir savaş bu kadar basit olmamış ve hiçbir halk bu kadar kolay teslim olarak düşmanlarını böyle kucaklamamıştır.
   5 gün sonra 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramının 83. yıl dönümünü kutlayacağız.
Peş peşe savaşlar sonucu bitmiş ve tükenmiş olan Osmanlının üzerine Hıristiyan alemi leş kargaları gibi
üşümüşlerdi.Asırlarca yaptıkları zulme mani olan, emperyalist niyetlerini engelleyerek kendilerine adeta kan kusturan bu asil görkemli düşmanlarının topraklarını tüm güçleri ile işgal etmişlerdi.
Mondros Ateşkes Antlaşması ile orduları dağıtılıp, cephane, silah, donanma ve ekonomilerine el konulan Osmanlı, bağrından çıkardığı Mustafa Kemal’in liderliğinde Rauf Bey, Refet Bey, K.Karabekir, F.Çakmak, İnönü, Cevat Paşa gibi vatan evlatları ile yoksul, sefalet içindeki bir milletin asil duygularını kabartarak dünyanın en güçlü ordularına karşı inanılmaz bir zafer kazanmışlardır. 23Nisan 1920 Cuma günü Cuma namazı kılındıktan sonra Kur’an, dua ve kurbanla açılan TBMM’nin ilk ve en büyük hedefi Milli mücadeleyi gerçekleştirip mübarek vatan topraklarını emperyalist devletlerin işgalinden kurtarmak olmuştur.Dünyanın güçlü ülkelerine (İng.,Fr.,İtalya,..)karşı yapılan bu onur ve özgürlük savaşındaki destansı mücadele dille, yazı ile tam olarak anlatılması mümkün değildir.
Emperyalizme karşı verilen mücadele de bizle Irak’ı karşılaştırıyorum da,galiba hata yapıyorum. Zira bu kıyas kabul edilemez bir karşılaştırma.Irak ile farkımız işte bu kadar büyüktür.Talabani de   Barzani de ABD’de bunu çok iyi biliyordur.İnşallah yanılıp , yakınıp bu farkı yeniden denemeye kalkmazlar.Biz huzur içinde kıyamete kadar topraklarımızda yaşamak istiyoruz.Ancak huzurumuzu kaçıracak bir şey olursa bunun hangi güç odağının geldiği hiç önemli değildir.Mehmetçiğimiz     bunu her zaman bertaraf edebilecek güçtedir.
Saddam’da ladin gibi bir ABD casusu olduğunu gösterdi.Adamlar ABD’yi bölgelerine çekmek için ellerinden geleni yaptılar.Sonra da canlarına ve mallarına bir zarar gelmeden sırra kadem bastılar.
Belki,efendileri yaptıkları bu hizmetlerine karşılık estetiklerini yaptırıp havai    adalarında ömür boyu ihtişam içinde yaşatacaktır.Darısı diğer ABD casuslarına!
     Virüs ve mikroplar vücuda girince zararlarını gün be gün arttırarak vücudu yiyip,bitirmeye başlar ve nihayet yok eder, onu öldürse,.ABD’de;İslam alemi bünyesine, Ortadoğu’ya yani petrol kaynaklarının en yoğun olduğu yere önce İsrail virüsünü soktu.Şimdi ise Ebola virüsü emsali olan kendisi bu alanın tam ortasına , kalbine saplandılar.Bu iki virüsün zamanla bölgede neler yapacağını bilmek için siyaset bilimci olmaya gerek yok.En cahil insan bile bunu biliyor.
İşleri bitip,burdan çıktıkları zaman ise geride iliklerine kadar sömürülüp kurutulmuş ölü bir alan bırakacaklardır.
   Bize değmeyen yılan bin yaşasın mantığı ile olaylara duyarsız kalmak, deve kuşu gibi başını kuma gömmek çare değildir. Bir gün bu tehlike ile biz de karşılaşacağız.Ama hocam ABD bizim müttefikim lütfen kuruntu yapmayalım diyenin kanaatimce iyi bir tarih dersine ihtiyacı vardır. Emperyalistten dost olur mu?
Onun için yanı başımızda çeryan eden bu olaydan ibret alalım ve hemen tedbir alalım.Tabi ki ilgililer gerekli tedbirleri almaktadırlar. Onların sahte medeniyetlerine aldanmayalım.O maskenin altındaki melun yüzü görelim.Gençliğimize öz kültür değerlerini verelim, tarihlerini öğretim onurlu gurur duymalarını sağlayalım.
 Ve onlara Arif Nihat Asya’nın dediği gibi
 Sende geçebilirsin anadan , yardan serden
 Seninde destanını okuyalım ezberden
 Haberin yok gibidir.Taşıdığın değerden
   El de sensin, dil de sen.Gönüldesin baştasın
 Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Onlara, bu yaşta neler yapılabileceğini kavratıp asrımızın Fatihlerini çıkarmalıyız ki, dünya yeniden adil düzene kavuşsun.Zalimin zulmü yok olsun.
 
 
      
 
                               
 
  
 IRAK’A   DEMOKRASİ   GELİYOR...!
 
         Geçen   hafta   “Kültür     Emperyalizmi ile ilgili yazımda,milli kültüründen uzaklaşan toplumların Sürüden ayrılanI Kurt kapar deyişinde olduğu gibi Emperyalist güçlerin pençesine düşeceğinin mukadder olduğundan bahsetmiştim.
    Müslüman Araplar, Osmanlı İslam İmparatorluğundan, İngiliz Lawrens’in oyunu sonucu ayrılınca, tabiri caizse kurt sürüsünün ortasına düşmeleri sonucu paramparça olmuşlardır.
   Aynı ırk, aynı dil, aynı din ve hayat tarzını benimsemiş olan bu toplum, tıpkı baklava dilimleri gibi küçük lokmalar haline getirilerek tek sömürgeleştirilmişlerdir.
    Arap toplumu bugün öyle bir hale getirilmiştir ki bir avuç İsrail karşısında aciz durumda kalmıştır.
    Bugün Irak ABD tarafından kurbanlık koyun gibi boğazlanırken diğer Arap ülkeleri yarın da sıranın kendilerine geleceğinden habersiz olayı sadece seyretmektedirler. Japonya ve G.Kore’de Irak’ın işgaline gösterilen tepkiyi dahi göstermektedirler.
   ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin asıl nedenini bilmeyen, anlamayan olmamasına rağmen, ABD’nin Irak petrollerini sömürmek amacı ile oraya girdiği belli iken.
       ABD’nin Irak’a giriş iddiası “ Irak’a demokrasiyi getirmek “ olması ne kadar komik değil midir?
       Bu gayrı ciddi iddiada bulunarak “Haydi canım sende,sen önce kendine bak” demezler mi adama . ABD bu konuda sabıkalı değil midir? Onbinlerce Kızıl deriliyi soykırıma uğratmadılar mı? Afrika’dan zorla getirdikleri zencileri köle yaparak tarlalarında çalıştırmadılar mı? Daha düne kadar lokantalarında ve otobüslerinde “Köpekler ve Zenciler giremez”yazıları yok muydu? ABD, neden kendi içindekileri insanlarına demokrasiyi getirerek haklarını vermemişte, Iraklıları zalim Saddam’dan kurtarma cabasına girmiştir.Bu iş ABD’ye mi kaldı? Yoksa Iraklıların kaşına ve kara gözüne mi hayran oldular? Tabii ki hayır .ABD bölge petrollerini kontrol etmek Kürt devleti ile bölgede istikrarı daha da bozup 2. bir İsrail oluşturup oraya yerleşmeyi planlıyor. Aslı amaç bu. Gerisi masal.
       Meseleye tarihi açıdan baktığımızda “Biz bu filmi daha önce izlemiştik” diyesiniz geliyor.1.Dünya savaşı sırasında önce Ruslar, daha sonra da Fransızlar tarafında kışkırtılan Ermeniler, Türk köylerini basarak toplu katliamlarda bulunduysa, Yine 1.Dünya Savaşı sırasında İngilizler, Araplar, Osmanlı aleyhine kışkırtarak Yemen’de Türk katliamına sebep olduysa, bugün benzer oyunu ABD Barzani ve Talabani peşmergelerine uyguluyor İran, Suriye, Irak ve Türkiye’nin şiddetle karşı çıkmasına rağmen bu ateş çemberinin ortasında bir kürt devleti kurdurtarak müslümanları birbirine düşürüp bölgeyi yeni açmazlara sokmak istemektedir.
    ABD bununla kalmayacak 2. adımı    Suriye’ye 3. adımı     İran’a atarak Hazar’a ordan da   Bakü   petrollerine       uzanacaktır.Belki de 4. adımı   yarın petrolün yerini alacak olan BOR minarellerinin dünya     rezervinin   % 70’ini elinde bulunduran Türkiye de emelleri arasına girecektir.Tarih okuyun beylar,tarih öğrenin efendiler,bunlar hayal değil gerçektir.Emperyalist ülkelerin tarihte yaptıkları,gelecekte yapacaklarının garantisidir.G.Afrika’nın lideri Nelson Mandella “Avrupalılar ülkemize geldiği zaman ellerinde İncil vardı.Bizim elimizde ise topraklarımız.Ancak bugün bizim elimizde İncil var,topraklarımız ise onların elinde” demiştir.Bugün G.Afrika dünyanın en zengin altın rezervine sahip olmasına rağmen bir avuç batılı beyaz tarafından yönetilip,ülkenin asıl sahipleri olan zencilerle köle muamelesi yapılmaktadır.
 Tüm bunlar tarihi uzantıları ile birlikte insanımıza kavratılmalı,tehlikenin boyutları gösterilmeli,böylesine bir canavara karşı bilinçli,hazırlıklı,güçlü ve birlik içinde bulunmamızın önemi, her fırsatta vurgulanmalı ,gençliğimiz bilinçlendirilmelidir.
      Eğer biz uyanır tarihin misyonumuzu yeniden üstlenirsek,dünya yeniden adalet, hoşgörü,sevgi,barış gibi özlem duyduğu değerlere kavuşacak, azgın emperyalist güçlere gem vurulacaktır.
    Tarih   tekerürden ibarettir derler,ibret alınsaydı,hiç tarih tekerrür eder miydi beyler.!?
Bağdat’ın işgalinde yaşanılan manzaralar beni bir müslüman olarak,bir insan olarak çok üzdü.Irak halkının ABD,askerini alkışlaması,öpmesi ve kendi devlet binalarını yağmalaması anlaşılır gibi değildi. Daha doğrusu asil bir millete yakışan davranış değildi. Vesselam.
 
 
 
 
          
KÖTÜLÜK    DÜŞÜNEN    KÖTÜLÜK,    İYİLİK DÜŞÜNEN İYİLİK BULUR
 
Her ne hikmetse insanoğlu, Adem Peygamberin ilk çocuklarından beri hep birbirleri ile sürtüşme, mücadele hatta savaş içinde olmuşlardır.Tarih, böyle çok kanlı kardeş mücadeleleri ile doludur.Bunların nedeni araştırıldığında karşımıza insan oğlunun o bildik çirkin huyları ortaya çıkar.Kıskançlık, hasret, kibir, inat, bencillik, hırs, öfke... başka bir deyişle
   Ahseni takvim (en yüce) olarak yaratılan insanı, Esfele Safilin (en aşağı) kılan negatif değerler.İşin en korkunç yanı iki insan arasındaki bu nefsani değerlerin bazen on binlerce masum insanın mahvına da neden olmasıdır.İşte bu sohbetimde tarihte yüzlercesi olan bu örneklerden sadece birini sizlere sunacağım
15. y.y.’ın henüz başladığı 1400 yılı, biri dünyanın batısına
 diğeri doğusuna hakim ancak, ikisi de Türk, üstelik ikisi de Sünni ve Hanefi olan 2 büyük imparator.Biri 1.Beyazıt (Yıldırım) diğeri Timur (aksak).Birlikte hareket etmesini gerektiren bunca olumlu ortak değerler varken, onlar nefsani değerleri ön plana çıkarak karşı karşıya gelmeyi tercih etmişlerdir. İkisinin de düşüncesi aynı.Dünyaya tek başına hükmetmek.Timur çıkacağı büyük Çin seferlerinden önce ardında Osmanlı gibi güçlü bir devleti bırakmak istemiyordu.Karabağ’da kurduğu Harp divanında bu fikre karşı çıkarak ‘’-Osmanlıların haçlılarla mücadele eden büyük bir Türk hanedanı olduğu, dolayısı ile böyle bir kardeş mücadelesinin doğru olmayacağı’’ söylendi.Timur bunları dikkate alarak Osmanlıya bir mektup yazmayı uygun gördü.Mektubunda şunları yazdı.
‘’Ey   diyar-ı Rum’da melik olan   Beyazıd.,
 Bilesin ki ben mansur ve muzaffer bir Sultan-ı Cedidim.
   Şunu bil ki Karakoyunlu Kara Yusuf ile Irak Sultanı Ahmed, kılıcımızın satfetinden ve askerimin heybetinden kaçarak sana sığınmışlardır.Malumun olsun ki, bu adamlar birer müfsittir.Bunlar birer firavun gibi kafirlerdir.Eğer kendi itibarını zedelemek istemiyorsan onları yanında barındırma.Onlar geldikleri yerlere tehlike ve uğursuzluk getirir.Onları yurdunuzdan kovunuz veya öldürünüz.Bu emrime muhalefet etmeyiniz.Zira o zaman kahrımız üzerinize olacaktır.Bize karşı koyanların halini işitmişsindir.Hele kavgayı hiç göze olmayanınız...vesselam...
 Bu küçültücü ve alçaltıcı bir emirdir.Beyazıd gibi gururlu bir hükümdar buna asla tahammül edemezdi.Beyazıd cevaben Timur’a daha çok alçaltıcı küfürname sayılacak bir mektup   yazarak şunları söyledi;
“Ey Timur ismi ile anılan Kelbi Akur!(kudurmuş köpek)Ey tekfurlardan daha kafir olan Timur.Malumun olsun ki, Mektubunu okudum.Ey meşum!(Uğursuz)Beni bu sözlerle mi kandıracaksın?Beni Acem hükümdarı mı sandın?..
Ordumuzun nizamını sen bilirsin...Harp ve Gaza bizim sanat ve adetimizdir.Eğer sen dünya hırsı ile köpekler gibi kateleye(vuruşmaya) kalkarsan,biz de karşılıklık veririz.O zaman Allah’ın dediği olur.Malumun olsun ki bize bu
mektubu gönderdikten sonra cenk meydanına gelmez isen,
kanların talak-ı selase ile boş olsunlar...Allah’ın laneti senin ve
sana biat edenlerin üzerine olsun!..
    Bu çok ağır       hakaretle dolu mektubu Timur okuyunca
   _ Murad’ın oğlu çıldırmış”diye haykırdı. Ondan sonrası malum iki ordu Ankara(Çabuk ovası.) da karşı karşıya gelmiş ve bu savaşta yıldırım Beyazıd yenilerek Timur’a esir düşmüştü Timur, Beyazıd e gayet iyi davranmış ve bir yemek esnasında şunu sormuştur.
 -Ey BAyazıd .Eğer ben senin eline esir düşseydim. Halim nice olurdu. Sen ne yapardın?
 Beyazid hiç tereddüt etmeden:
-Eğer sen bana esir düşseydin.Bir demir kafes yaptırıp,seni içerisine koyacak ve diyar diyar gezdirerek seni halka rezil edecektim.Ben böyle ahdetmiştim.der.
Bayezid’i dikkatlice dinleyen Timur;
 
-Ben böyle düşünmedim.Esirim olduğunda seni öldürmeyip,iyi davranacağıma yemin etmiştim.Kim hayır dilerse hayra ulaşır.Kim fenalık dilerse fenalık bulur.Sen kötülük düşündün ve kötülük buldun der.
 
İşte size bir kıssa,alın hisse.
İki Türk hakan uymasaydı nefse,
Birlikte hükmetmezlermiydi cıhane?
Sen de kötülük düşünmezsen kardeşine
İyilik bulursun elbet,gerisi bahane .                            
 
 
 
 
           
                     KÜLTÜR ÜZERİNE
 
    İnsanlık tarihi   boyunca milletler, hep başka milletleri hakimiyeti   altına almaya, onlardan üstün olmaya çalışmışlardır.Tarih bu mücadelenin örnekleri ile doludur.Her ne hikmetse insanın doğasında var olan kin,nefret, haset, vahşet.Saldırganlık duyguları;güzellik, iyilik, kardeşlik,barış, sevgi, merhamet gibi kamil duygulara galip olmuştur.
     Bu yüzden öylesine büyük ve şiddetli savaşlar olmuştur ki, bu savaşlarda milyarlarca   insan ölmüş, yaralanmış ve köle olmuştur.
     NBC  silahları gibi kitle imha silahlarında görülen korkunç   gelişme,bu silahlarla yapılacak yeni bir dünya savaşında galip taraf olmayacağı mağlubun ise,dünya olacağı bir gerçektir.
     Bu gerçekten hareketle devletler   zamanımızda sıcak savaş yerine Emperyelist dürtülerini tatmin için artık soğuk   savaş denilen daha etkili bir yola baş vurmaktadırlar.
        Soğuk   savaşta, silah kullanılmıyor, ölen olmuyor ama sonuçta sıcak savaşta ulaşılan hedeflere kolaylıkla ulaşılabilmektedir.Bu savaşın en etkin şekli ise, kültür emperyalizmi yolu ile yapılan kültürel savaştır.
   Kültür emperyalizmini   anlayabilmek için önce kültür nedir?Onu bilmek lazımdır.Çok değişik ve geniş tanımı olan kültürün en çok kullanılan tanımı şöyledir.
      Kültür:Bir milletin şahsiyetini veren, diğer milletlerle de aralarında ki farkı tespite yarayan,tarihin seyri içinde olmuş, o millete özgü maddi ve manevi değerlerin ahenkli bütünüdür.Kültürün maddi boyutu evrensel olup, buna medeniyet(uygarlık) denir.Bu ise; teknoloji, endüstri, ticaret, müsbet bilimler sanat v.s. unsurlardır.
    Kültürün manevi boyutu ise, millidir.Yani her milletin kendine özgü hayat tarzıdır. Bunlar:İnançlar, milli tarih, idealler,dil ve edebiyat, adalet duygusu,ahlak ile hak ve adalettir.
    Bu millet eğer kendi öz kültürüne(manevi)gençliğine aktarmaz,onu öğretmez ve benimsetmezse o toplum gençleri başka milletlerin kültürü etkisinde kalır. Onu taklit eder, benimser ve böylece kültür emperyalizmine maruz kalır.
     Bu konuyu Amerika kıtasında yaşayan iri kırmızı karıncalardan örnek vererek açmak istiyorum.Bu karıncalar,kendilerince ziraat yaparak mantar yetiştiren küçük siyah karıncalarının yuvasını basarak yumurtalarını gasp eder ve kendi yuvalarına götürürler.Yerler mi?Hayır.Eğer yeseler o yumurtalar ancak birkaç gün karınlarını doyurur.Onlar daha akıllıca bir işe girerek yumurtalardan karıncaların çıkmasını beklerler ve onları köle olarak kullanarak kendileri için mantar ekip yetiştirmelerini sağlarlar.Böylece kurdukları emperyalist bir düzenle zahmetsizce geçinip giderler.
     İşte kendi gençliğine sahip çıkmayan öz kültürüne yabancı kalan toplumlarda da gençler gözünü açınca gördüğü şey yabancı kültür ise, o kültüre aşına olur.Farkında olmadan etkisinde kaldığı kültüre hizmet eder,ona itaat eder.Böylece kültürel emperyalizm, kültürel savaş hedefine ulaşır.
   Bu savaşta bedensel ölüm yoktur.Ancak ruhen köreltliip,beyni köleleştirilmiş insanlar vardır. Emperyalist kültürün artık o ülkeye bombalar yağdırmasına, insanları öldürmesine gerek kalmaz. Artık dejenere edilmiş toplum kültürel yönden teslim olduğuna göre efendisine hizmeti noksansız yerine getirir.Yer altı kaynaklarını sunar,mallarını alan iyi bir Pazar olur .Her sözünü dinler. Üslerini kurar.
     Kültür emperyalizmin en önde gelen ülkelerin Avrupa devletleri ve ABD’dir.Kültür    emperyalizmine maruz kalan ülkeler ise, Afrika ve Asya ülkeleridir.Tabi ki maalesef Türkiye’miz de bu tehlikeden yoğun tehdidi altındadır.   Batının modasını   takip eden, batılı gibi eğlenen,   batılı   gibi yaşayan,   batı ahlakı ile   donanmış, hatta   neredeyse batı   gibi   düşünen ve inanan ancak batI   gibi bilim   üretmeyeN, üretkenlikten yoksul,   taklitçi, kolaycı kopyacı bir nesil istemiyorsak,   bu büyük   tehlikeye   karşı gençlerimizi   uyar malı ve onlara kendi   öz kültür ve değerlerinin üzerine bilim ve teknolojiyi bina etmeliyiz.
        Tarihi yine son derece   yapancı   kendi kültürel
Değerlerini    bilmeyen. Ancak  Avrupa Futbol Takımlarının on birini sayan, yerli ve yapancı futbolcuların    neredeyse    sülalesini tanıyan küpeli erkekler   teşhirci kadınlar   gördüğünüzde yaşarmayalım ve onları şutlamayalım.Biz onlara ne vermedik ki hangi değerlerinin kavratmışı ki bunlardan şikayet edelim.Beğen sekte beğenmez sekte onlar bizim eserlerimizdir.Ancak düzelteceksek tek onları   yine biz düzeteceğiz. Nasıl mı?Onlara aslan olduklarını, dolayısıyla miyavlayarak kedi taklidi yapmalarını kendilerine yakışmadığını ayağa kalkarak kükremelerini
Öğreteceğiz.
    Atasının böyle olduğunu gösterteceğiz.Meydanı boş bulup, uluyarak dolaşan Coni ve Yanki çakalları kaçacak delik arasın.Adalet, hoşgörü, merhamet ve sevgi dünyaya yeniden hakim olsun Mazlum gülsün, zalim ağlasın.
    Kendi öz kültürümüze dönüş, bizi ayağa kaldıracak ye güne güç olacaktık.Yoksa batının boyunduruğu altında nefes almamız, tarihi misyonumuzu üstlenmemiz mümkün değildir.
     Duygularımı şu mısralarımla dile getirip bu haftaki sohbetimi bitiriyorum 
 
 
 Batı, batı diye, diye battık.
 Batının modasını alıp, ilmini bıraktık.
 Heyhat ne yazık olmuş bize.
 Bir zamanlar batıya ilmi biz tanıtmıştık
 
 
            
   
 
                
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 MEDYA KLTÜRÜMÜZE DAHA FAZLA ÖNEM VERSİN !
 
       Bence medya, halkın ihtiyaçlarından kaynaklanarak onun bağrından çıkmış, kendini halkın menfaatına, refahına huzuruna adamış bu uğurda her güçlüğe katlanmayı seve seve kabul etmiş cefakar ve vefakar bir camiadır.
        Yerel TV , Radyo ve gazeteleri takip eden insanlar, yerel medya çalışanlarının bu mümtaz hizmeti kendilerine ulaştırmak konusunda hangi zorluklara katlandıklarını bilmiyor.Hangi maddi sıkıntılar çekildiğini, hangi zorluklarla karşılaştığını az çok bilen bir kardeşinizim. O insanlar en güzel, doğru ve en ayrıntılı haberi halkına sunarak onları aydınlatmak için doğru dürüst yemediklerini, uyumadıklarını, aileleri ile yeterince ilgilenmediklerini söylesem her halde
mübalağa etmiş sayılmam.Hastanelerde, hapishanelerde, resmi daireve sokaklarda vatandaşların herhangi bir sıkıntısı olsa hemen onları yanınızda bulursunuz ve hemen sizin diliniz, kulağınız, kalbiniz oluverirler ve sıkıntılarınızı bertaraf edilmesi için ellerinden gelen gayreti gösterirler. Kazançları mı? Maddi olarak inanın çok küçük rakamlardır bu değerli insanlara bir çağrıda bulunmak istemiştim. Ancak bunu yaparken bu mümtaz kişilerin kıymetlerini dile getirerek nacizane birkaç satır yazmadan edemedim.
              Değerli Medya mensupları...
               Dünyamızın içinde bulunduğu durumu en iyi bilenler sizlersiniz.İnsanlığın nasıl bir tehdit altında olduğunu açıkca görmektesiniz. Bu tehlikeyi ben tarihci olmam hesabıyla eski Çin mitolojisindeki ağzından ateş çıkaran ejderhaya benzetiyorum. (Bu mit, Hunlar başka olmak üzere bir çok toplumda vardır) . Bu ejderha önüne gelen herşeyi yakıp, yıkıyor.Onu kimse karşı koyamıyor. Sakın! Hocam Allah aşkına tarih öncesi dönemlerdeki Mitler’ in günümüzlene ilgisi var. Demeyin. İlgisi olmaz mı? Zira Efsane göre döndü! Nasıl mı? ABD; önüne çıkan her engeli yakıp, yıkmıyor mu?
 Tüm dünyanın karşı çıkmasına rağmen Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmedi mi?Şimdi ise, Suriye ve İran’a sataşıyor.200 Yıllık güdük bir tarihi olan ABD, Binlerce tarih ve kültür mirasına sahip Irak’ ı Mezopotamya ve İslam Kültür hazinesini göz göre göre yağmalıyor.. BM ile NATO, ABD’ye hiçbir yatırımı uygulayamadı. IMF ile tüm ülkelerin ekonomi dizginlerini    elinde tutuyor.
          Dahasını saymama gerek var mı? Zaten herkes her şeyi görüyor ve biliyor. O halde günümüz dünyasına geri dönen Ejderhanın kim olduğu ortada değil mi? Bunun nerede duracağı belli mi?Ancak bu ejderhanın   yutamayacağı bir şey var! O da birlik, beraberlik, vatan sevgisi ve kardeşlik duyguları ile biri birine kenetlenmiş güçlü toplumlardır.
O halde dün Arjantin,    bu gün Irak , yarın Suriye ve İran’ın    ve gelecekte   bizim de başımıza gelebilecek bu tehlike karşısında bir olalım, birlik olalım, birbirimizi sevelim, güçlü olalım...,
          Tabi ki bunun yolu, bizi birbirimize bağlayan değerlere, yani öz kültürümüze sahip çıkarak, onu insanlarımız arasında yayarak benimsetmektedir.
            İşte burada tüm kurum, kuruluş ve kişilere görevler düşmektedir.Hiç şüpe yok ki en büyük ve en etkin görev siz değerli medya mensuplarına düşmektedir. Şu futbol ve Pop’a verilen önemin sadece beşte birini Milli Kültürümüze ve tarih bilinci uyandırma ve geliştirmeye versek sanırım bu konuda önemli bir iş yapmış oluruz. Milli benliğinden uzaklaşmış bunalımlar içinde olan şu asil topluma değerlerini öğretebilirseniz bu toplum benliğindeki asalet kristalindeki silinecek ve eski parlaklığına kavuşacaktır. Bu ışık eskiden olduğu gibi tüm dünyayı aydınlatacaktır.
            Hortumculuğun, kapkaçcılığın, sahtekarlığın, rüşvetciliğin, ahlaksızlığın, kolaycılığın, kopyacılığın, tembelliğin ve aşağılık kompleksinin yerine erdem, bilgi, çalışkanlık, dürüstlük, mimarlık, cesaret, adalet, sevgi, hoşgörü, öz güven ve öncülük duyguları hakim olacaktır.
             Kendini halkına adadığına inandığım değerli Medya Mensupları; Gelin bu çağrıya kulak verin, gönül verin. Gelin yayın sorumlularınız, yönetimleriniz bir araya gelerek bu konuda neler yapabileceğinzii tartışın. İnsanımızın öz kültürüne yönelik proğramlarınızı arttırın.
              Dil, Edebiyat, tarih, sanat,Folklör, halk ve Sanat gelenek,Müzik, Spor(Futbol yanında Güreş, Cirit, binicilik, koşu v.b.) gibi kültür proğramlarını kaliteli, ilmi,seviyeli ve sürekli bir şekilde yapın.
       İşte o zaman halka daha iyi ve verimli bir hizmet vermenin huzurunu kalbinizde   hissedeceksiniz.
       Yerel medya’ ya bu çalışmalarında Valilik, Belediye, Kültür ve Turizm Bakanlığı da maddi ve manevi destek vermelidir. Güzel çalışmalar ödüllendirilmeli ve teşvik edilmelidir.
        Bu konunun önemine binaen yaptığım   çağrının kimseyi   kıracağı kanaatinde değilim. Bilakis kompleks yapmadan memnuyetle karşılanacağını umuyorum.
            Bu konunun ehli insanlarla iletişimler sonucu çok güzel, kültürel proğramlar izleriz inşallah. Ayrıca bu yerel yayınların mutlaka ilçeleri hatta köylere kadar götürülmesi de insanımızı mutlu edecektir.
      Şairin dediği gibi;’’Sahipsiz kalan bu milletin   kültürünün batması haktır.Sen sahip olursan bu kültür.bu ülke batmayacaktır.
 
                                                                 
 
 
 
 
 
 
       NEREDE İNSANİ DEĞERLER!?
 
     İnsan en mükemmel en mükerrem varlık olarak yaratılmıştır.İnsana bu mükemmellik nefsi ile mücadeledeki başarı oranına göre verilmiştir.Yani insan nefsinin arzuladığı kötülüklere   muhalefet ettiği oranda ulvi ,ona uyduğu derece süflidir.Yaratıcı, yarattığı bu üstün varlığa üstünlüğünün şartı olarak bu mücadeleyi şart koşmuştur. Böylece çalışmadan mücadele etmeden hiçbir başarı ve yararlığın elde edilmeyeceğini ortaya koymuştur.
   O halde insanı en yüce yaratık yapan pozitif değerleri yaşarken, insanı en aşağılık yaratık yapan negatif fiillerden uzak durmak gerekir ki, tabiri caiz se yaratıcı tarafından verilen maraşallik rütbemiz sökülmesin.
   İnsani değerlerin en önemlisi hiç kuşkusuz sevgi hoşgörülü merhamet kul hakkına riayet,adalet nezaket, sabır , alçak gönüllülük vs .değerlerdir.Zaten bu değerlerin olmadığı bir insan hakiki müslüman olmadığı gibi gerçek anlamda insan da olmaz.Tarihimizde ecdadımız bu değerlere öyle özen göstermiştir ki, bununla ilgili sayısız örnekler sergilemişlerdir.İşte bu haftaki sohbetimiz bu konuyla ilgili olacaktır.
   İslam tarihinde pozitif değerlerin bir tezahürü olan yardımlaşma duygusu oldukça gelişmiştir.Öyle ki, muhtaç insanlara yapılan yardım alan elveren elden habersiz şekilde yapılarak, hem muhtaç insanların onuru zedelenmemiş hemde yardım eden bir gösteriş ve kibir içine sokulmamıştır.Yani yardımlar gösteriş için değil, Yaradanın rızası için , üstün rütbeye yani gerçek anlamda insan olma şerefine layık olmak adına yapılmıştır.Muhtacı rencide etmemek için öylesine özen gösterilmiştir ki yardım yapılacak kişi yapacağı yardımını ihtiyacı olan gece gelsin alsın diye gizlice camilerde bulunan   sadaka taşlarının altına koymuşlardır.Muhtaç ve yolda kalan hiçbir ücret ödemeden yatacağı ,karnını doyuracağı,ihtiyacını karşılayacağı tekkeler, zaviyeler,kervansaraylar, aşhaneler,hanlar, hamamlar,darül şifalar,çeşmeler, değirmenler, camiler.. yapmışlardır.Hem de insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeden bu hizmeti görmüşlerdir.Hatta insanlar bir tarafa sahipsiz hayvanların barınacağı mekanlar dahi yapmışlardır.Bu gün dahi bazı eski ahşap evlerin çatılarında kuşlar için barınaklar bulunmaktadır.
   Zengin fakiri koruyup kollamış, fakir zengini saymış sevmiş ve böylece huzurlu bir toplum meydana gelmiştir.Rüşvet ,torpil hile kul hakkına gasp, sahtekarlık adaletsizlik gibi ahlaksızların barındırmayarak 72 düvel bir arada barış anlayış içinde kardeşçe yaşamışlardır .Toplumsal adalet ve hoşgörü, toplumsal barışı huzuru ve sevgiyi getirmiştir.Tabi ki bu ortamın hazırlanmasında gönül sultanlarının payı büyük olmuştur.Bu güne baktığımız zaman adalet ve hoşgörüden yoksun bir toplum haline geldiğimizi görüyoruz.Bir tarafta TV’lerde televole programlarında seyrettiğimiz aşırı lüks ve safahat diye vatandaşlık yardım kuyruklarında birbirini ezen insan manzaraları ve şefalet.Her gün hırsızlık, yoksuzluk, iltimas, rüşvet hortumculuk gasp kap-kaç olayları toplumu geriyor cinnet ve cinayet intihar olayları artarak düşmanlık kin ve nefret tohumları yeşeriyor. Komşusu aç iken tok uyuyan bizden değildir.Düsturu geçerliliğini adeta kaybetmiş durumdadır.Bu gün toplumsal huzur refah birlik ve kardeşlik için her zamankinden daha fazla adalete hoşgörü ve eşitliğe sevgiye ihtiyacımız vardır.Gelin bu değerlere önem vererek yaşayıp yaşatarak gerçek anlamda insan olalım.Yaratılanı hoş gör,yaratandan ötürü anlayışı ile sevelim, sevgi ve merhameti yayalım.O zaman yeniden gerçek anlamda insan olduğumuzun hazzına varacak, huzurlu ve mutlu bir toplum olacağız.
 
OSMANLININ 2 TALİHSİZ PADİŞAHI VE
                       ŞEHZADESİ
 
Dünya tarihinde çok talihli ve çok talihsiz hükümdar ve prensler olduğu gibi Osmanlı tarihinde de çok talihli (şanslı) ve çok talihsiz (şanssız) padişahlar ve şehzadeler vardır.
    Ya hocam.Allah aşkına adam koca padişah olmuş.Onunda talihsizliği de olur mu? demeyin.Onların başına gelenleri ayrıntılı bir şekilde anlatabilsek tabi ki bunun sonunda fikir değiştirip,Valla hocam haklıymışsınız. Padişahında, şehzadelerinde talihsizi olurmuş, diyeceksiniz.
   İşte bu haftaki sohbetimi bu konuya ayırmak istedim. Tabi her zaman olduğu gibi bu köşemizde konuyu ayrıntılı bir şekilde   ele alma imkanımız yok. Ancak konuya yüzeysel olarak ele değinebileceğim.
   623 yıl ömrü boyunca dünya siyaset ve uygarlığının derinden etkilemiş olan Osmanlının bence en şanslı iki padişahı II. Mehmed (Fatih “1451-1481”) ile onun torununun oğlu 1. Süleyman (Kanuni”1420-1466”)dır.Çünkü:
       Fatih Sultan Mehmet tüm hükümdarların hayallerini süsleyen İstanbul’u fethederek yüce peygamberimizin hadisindeki övgüye mazhar olması, onun dehası yanında en talihli yönüdür. Kanuni Sultan Süleyman ise, talihliliği çok fazladır. Bunların bir kaçını sıralayacak olursak;
      1.Sultan Süleyman,   Sultan Yavuz Selim’in tek erkek evladı olup, tahtta rakipsiz dolayısı ile zahmetsizce çıkmıştı.
      2. Babasından tıka basa dolu bir devlet hazinesi, güçlü bir ordu ve liyakatlı bir yönetim kadrosu devralmıştır.Yani devletin en güçlü anında hükümdar olmuştur.
      3. Osmanlı tahtında en uzun oturan (46yıl) padişahı olmuş, kurduğu otorite ile Avrupa’yı kahredici bir güçle, zaman zaman mektuplarla idare etmiştir. Ve hali ile Avrupalılar tarafından kendisine “Muhteşem Süleyman” dedirlmiştir.Orhan Gaziyi,2.Selim(sarı),3.Murat’ı talihli padişahlardan sayabiliriz ama Fatih’in ve Kanuninin yeri başkadır.
       Osmanlı tarihinin en talihsiz şehzadeleri hiç şüphesiz ki, Fatih’in küçük oğlu şehzade Cem ile Kanuninin oğlu şehzade Mustafa’dır.
       Şehzade Mustafa asker ve halk tarafından en çok sevilen ve veliaht durumunda olan bir şehzadeyken, Kanuninin Rus asıllı Hürrem Sultan(Roxelan) ve yandaşı Sadrazam Rüstem Paşanın entrikası sonucu baba fermanı ile öldürtülen bir şehzadedir.Şehzade Mustafa’nın öldürülüşü halkta, askerde büyük üzüntü meydana getirmesinin yanında kardeşi şehzade Cihangir’de üzüntüsünden hastalanarak ölmüştür.Kanuni yaptığı hatayı anlamışsa da olan olmuştur.Hürrem Sultanın oğlu 2.Selim(sarı) rakipsiz olarak tahta çıkmıştır
     Şehzade Cem ise ağabeyi 2.Bayezıd ile yaptığı taht mücadelesini kaybedince Dulkadir’e oradan Memlüklere, oradan Rodos Şövalyelerine ve nihayet Papa’ya sığınan ve
 II. Beyazıt’ın kontrolünde sürgün hayatı yaşayan Cem Sultan:Papanın ; hristiyan ol. Emrine ordular verip, seni Osmanlı tahtına oturtayım sözü üzerine Değil Osmanlı tahtını, bana bütün dünyayı versen yine dinimden vazgeçmem.demiş,bunun üzerine papa tarafından zehirlenerek öldürülmüştür.
   Osmanlı tarihinin en talihsiz padişahları ise, II. Osman (Genç “1618_1622”), II. Abdulhamid (1876_1909) ve
VI. Mehmet (Vahdeddin (1918_1922)’dir.
       II. Osman (Genç); Osmanlıyı içerisine düştüğü kötü durumdan çıkarabilecek radikal ıslahatlar peşindeyken 18 yaşında Yeniçeri zorbaları tarafından Yedikule zindanlarına   götürülerek öldürülen bir padişahtır.
      II.Abdulhamid, tahta geçtiğinde Osmanlı yıkılmak üzereydi. 33 yıl padişahlığı sırasında uyguladığı dahiyane denge siyaseti ile imparatorluğun yıkılışını 33 yıl geciktirmiştir. Ermenilerle yoğun mücadelesi ve Yahudilere Filistin’de toprak vermemesi ile vatanperver kişiliği ile ön planda olmasına rağmen Sultan Abdulhamid’in   tarih kitaplarında “Kızıl Sultan” şeklinde alınması ve 31 Mart olayı sonunda kendisinden para karşılığı Kudüs’te toprak istediği için kovduğu Yahudi Emmanuel Karaso adlı mebusun meclis tebligatı ile tahttan indirilişi Sultan Abdulhamid’in hak etmediği talihsiz yanlarıdır.
     VI.Mehmed (Vahdettin) ise;Osmanlı tahtına geçtiğinde 57 yaşında idi. Osmanlı 1. Dünya Savaşında yenilmiş ve Mondros Ateşkes antlaşması imzalanması gündemdeydi.
VI.Mehmed;
     1. Türk ordusu İstanbul’a girinceye kadar İstanbul’a girinceye   kadar İstanbul’a terketmiyerek paha biçilmez kutsal emanetler ile ata yadigarı hazinelerin itilaf devletlerin tarafından yağmalanmasını önlemiştir.
2.      Mustafa Kemal 14 Mayıs akşamı Nişantaşı’ndaki konakta huzuruna çağırarak “ Paşa, paşa şimdiye kadar yaptığın hizmetler şu tarih kitabına geçmiştir. Bunları unut, asıl bundan sonra memleket senden büyük hizmetler bekliyor.’’diyerek M.Kemal!i Anadolu’ya 9.Ordu müfettişi olarak göndermiştir.
3. 1 Kasım 1922’de TBMM kararı ile Saltanatın kaldırılması ile adeta yurt   dışına sürülmesine rağmen yurt dışına çıkışında yanında ata, baba yadigarı pek çok hazineler değerindeki eşyaları götürmeyerek   büyük bir kadir şinaslık göstermiştir.
    Bunca fedakarlık ve vefaya rağmen Vahdeddin, İtalya’nın San Remo esnafına olan 60 bin liret borcundan dolayı cenazesi rehin alınmış, uzun süre borcu ödeyecek para tedarik edilememiş,kurşun tabut içinde bulunan cenaze ancak 11 ay sonra 15 Haziran’da San Remo dan kızıl haç arabası ile üç beş kişi tarafından çıkarılmıştır. Ancak 3 Temmuz 1926 da Suriye Şam da, Yavuz Selim Han’ın yaptırdığı bir cami avlusuna defnedilebilmiştir.
 Atatürk Adana ‘da iken vahdeddin’in ölüm haberini aldığında
”Dünya çok namuslu bir insanı kaybetti.İsteseydi
 yurt ışına çıkarken dedelerinin şahsi hazinelerini de götürebilir ve bu para ile rahatlıkla kuracağı ordu ile tekrar Osmanlı tahtına oturabilecekken bunları yapmadı”demiştir
    Evet, sohbetimiz burada bitiyor hayatın her safhasında çok talihli, çok talihsiz insanları görmek mümkün.Ancak bize düşen talihsizliklerde “beterin beteri var.Buna da şükür” deyip sabretmek, talihliliklerde de,
    Mal sahibi, mülk sahibi
    Hani bunun ilk sahibi
    Mal da yalan mülkte yalan
    Var biraz da sen oyalan”
deyip kendimizi, kaybetmemeli, yardıma muhtaçları
hatırlamalı Vur patlasın, çal oynasın dememeliyiz.
   
           
 
                
 
 
 
 
      
OSMANLIYI ORTADOĞUDAN ÇIKARDILAR.ŞİMDİ İSE,TÜRKİYE’Yİ KENDİ ELLERİ İLE ORTADOĞUYA YERLEŞTİRİYORLAR!
 
 Sohbetlerimde sık sık Osmanlı’ dan bahsediyorum. Çünkü Osmanlı bizim geçmişimiz. ‘’Geçmişini iyi bilmeyen toplumlar, geleceğine sağlıklı bir yön veremezler’’ gerçeğinden hareketle bunu bilinçli olarak yapıyorum. Zaten güncel olaylarda bu görüşü haklı çıkarmaktadır.
 Türk ordusu, Ortadoğu’nun kalbi sayılan Irak’a gönderilmek üzere. Peki neden? Daha dün denilecek kısa bir zaman önce 1. Dünya Savaşı sonunda İngiliz Casusu Lawrens’in çalışmaları ile et , tırnakların ayrılırcasına, Ortadoğu’nun istikrar unsuru Osmanlı Ortadoğu’dan çıkarılmamışmıydı.?
Peki şimdi neden Türk Ordusu’nu Irak’a sokuyorlar?.Tabi ki istikrar sağlamak için. Orta doğu’da; ABD,İngiltere ve Avrupalılar için tam anlamı ile bir’’Cehennem çukuru’’dur. Bunu geçte olsa anlamışlardır. Osmanlı    burayı   asırlardır   huzur   içinde   yönetmiştir. Anadolu da   ne varsa, oraya   da   onu    yapmışlardır. H atta   İstanbul’ dan    Musul,   Bağdat ‘a   uzanan    tren   yolu      yapmışlardır .ancak hain şerif   Hüseyin’in   İngilizlerin   yöredeki   petrol   kaynaklarının göz koyduğunda   habersiz,   bağımsız   devlet kurma vaadi ile   kandırılarak   ayaklanması ile Osmanlı   bölgeden   çekilmek   zorunda kalmıştır.İngilizler Ortadoğu’ yu Osmanlı’dan ayrıca’’ Anasından   ayrılan yavru misali ‘’Ortadoğu ya   çökmüş    ve    aynı: dil, ırk, din, kültür içinde olan Arapları küçük   bölgeler, lokmalar haline   getirerek tek, tek   yutmaya   başlamışlardır. İsrail Devletini   de     o bölgede kurdurarak,   adeta’’islam   aleminin bağrına zehirli bir
hançer saplamışlardır’’.
Dün   Araplar     bu   oyunu     görmemişler    ve   bu    gün   perişan    hale    gelmişlerse, bu   gün    tarih     tekerrür     ediyor.   Aynı oyun sergilenirken bu kez gafleti oynayanlar. Talabani ve Barzani olmaktadır.   Bunlar, ABD   ve   İngilizlerin birer dev sülük olduklarını görmek ve anlamak istememektedir. O halde   bunu engelliyerek yeni bölününmelere engel olmak gerekmektedir. Bunun için   Türkiye’ nin   varlığı   Ortadoğu için   zaruridir.Bu   hem   bölge halkı için,   hem,de Türkiye için önemlidir.Tabi   ki   bu ABD’nin   teşaranloğu   şeklinde   değil,   kendi   inisiyatif,     politika   ve doğulularımız   paralelinde   olmalıdır.Ortadoğu şimdi ABD için adeta’’ cadı kazanı’’durumundadır.Osmanlı ise bu bölgeyi   asırlarca huzur ve   sükunetle yönetmiştir. Bunun nedeni sadece   güç olarak nitelendirmek yanlış olur. Zira   bu gün ki   ABD   ve İngiltere   dünyanın en güçlü   devletleri konunum   dadır.   O halde Osmanlı’da   bu iki Devlette olmayan unsurlar bulunmakta   idi. O da adil ve hoşgörülü olmak    emperyalist   duygularla   hareket etmemek yöre halkının inanç ve kültürüne saygı göstermektir. Buralardan,    Resullullah      sevgisi sebebiyle    vergi ve asker   almaması ,   Osmanlının yöreye verdiği kıymeti ve Osmanlının buraları neden, nasıl   asırlarca   bu   bölgeyi   yönetiğini   anlamamızı   sağlar.   Şimdi Türk ordusu   yeniden   bu   bölgede.   Bunun anlamı,   yöre   halkı yeniden   istenilen     asil davranışları   göreceğidir .. Bazılarının kısıtlı   olarak söylediği bir işgal kuvveti   ve ABD gibi   değil, asil yapısına uygun,   insanı adil, hoşgörülü, halkın inancına saygılı hareket sergilemelidir. Milli   menfaatlarımız, insani değerler, yörede barış ve istikrar sağlanması gibi amaçlar; Tarihi misyonumuzu    tekrar üstlenmemizi   istemektedir. Yani   Mehmetçik bir kez daha gönüllere girmeye hazırlanmaktadır. TBMM’nin   Irak’ta   asker gönderme kararını, insanlığa, yöre halkına ve ülkemize faydalar getirmesini diliyor. Mehmetçiğimizin bir kez daha göğsümüzü   kabartacağından emin olduğumuzu   söylüyor onlara   yürekten   başarılar   temenni ediyoruz. 
  
 
                          ÖNCE EĞİTİM
 
       Bu gün ulaşılan teknolojinin ve medeniyetin   temeli     eğitimdir.
       Aydın ve cahil   gibi 2 zıt kelime arasındaki çizgi olan eğitim, bir toplum için ekmek ve su kadar önemli ve azizdir.
      Miladi 3. Milenyum’ un       yaşanmaya başladığı çağımızda,   kağnı   arabası hızı ile yola çıkıp, her gün ivme kazanarak bugün baş dondurucu bir hıza ulaşan ve elimizde’ki     bilgileri her geçen gün eskiterek hayalerimizle yarışır duruma gelen ilim ve teknoloji kendisine ayak uyduramayan toplumların kölesi yapmaktadır.
          Öyle ki, bugün bulduğu bilgiyi yarın eskiterek, yenisini arama ve bulma peşinde olan toplumlar Dünyanın efendileri, bu devletlerin eskitip artıklarını teknoloji çöplüğünden alarak geçinme temelliğini tercih eden muhallik toplular ise, sömürmeyen mahkum modern köle toplumlarını oluşturmaktadırlar.
        Atatürk bu bağlamda şunları söylemiştir.
            Eğitimdir ki bir milleti hür, bağımsız,şanlı ve yüksek bir toplum halinde yaşatır veya bir milleti yoksulluk ve köleliği terk eder.
        Bilgi çağını yakalamak için hiç şüphesiz süratle gelişen teknolojiye ayak uydurmak, bilineni taklit yerine bilinmeyeni arayıp bulmak ve onu uygulamakla mümkündür.
      Zaten çağdaş dünya da kendi geleceğini en emin surette oluşturmak için yatırımlarını hep bu bağlamda gerçekleştirmektir.
        Öyle ki, endüstri mamullerin de olduğu gibi eğitimde de kaliteyi ve gelişmeyi artırmak için rekabet anlayışı içinde eğitimde de özelleşmeye gidilmiştir.
           Her şeyin kalitesine bakılarak satın alındığı bir çağda anne ve babaların çocuklarına daha iyi bir eğitim verileceğine inandığı okulları tercih etme imkanları sağlanmıştır    
                Bu uygulama eğitim de rekabeti doğurmuş, okullar adeta kalitede yarışır hale gelinmiştir.
Sonuçta ise iyi eğitilmiş bir nesil buna paralel ol arakta kalkınma ve refah gelmiştir.
           Bu dünya gerçeğinde     hareketle, günümüz Türkiyesin de    devlet okulları da kalitede özel okullarla yarışır bir hale gelmelidir.Böylece parası olmadığı için özel okullara gidemeyen öğrenciler de iyi bir eğitim almalıdır.Zaten Milli Eğitim Bakanımız Sayın Hüseyin Çelik’in açıklanmalarında özel okula gitmek isteyen öğrencilerin bakanlıkça ekonomik olarak destekleneceğinin   açıklanması bu anlamda atılmış önemli bir adımdır Böylece devlet okulları da rahatlatılacak    ve kalite artacaktır.
            Madem ki her gelişmenin temelinde eğitim vardır . O halde eğitimin kalitesini sürekli artırmamız gereklidir.Bunun için ,
         Öğretmenlere ileri toplumlarda   olduğu gibi bir ücret esası getirilmelidir.
            Okulun   binaları    gerek   yapı,    gerekse   donanım   itaberi ile Avrupa standartlarına    uygun   hale    getirilmelidir
            Öğretmenler    çok   iyi   yetiştirilmeli    ve   kendilerini    geliştirmeleri   için   her   türlü    imkan    hazırlanmalıdır.Her   öğretmenin   eline   ulaşılacak    şekilde    aylık   periyodik    olarak   her   branşa    hitap  eden   dergi    ve   yayınlar hazırlanmalıdır.
         Tabi   ki    tüm    bunların     gerçekleştirilebilmesi   için    temel   şart MEB’na ayrılan   ödeneğin ideal seviyede   arttırılması gerekir.
       Öğretmen   boş vakitlerini öğretmen evlerinde     Hokey   oynayarak geçirmemeli sürekli   okuma, araştıma ve   kendini   geliştirme içinde olmalı, halkla iç içe yarışarak   görgü ve bilgilerini onlarla paylaşmalıdır.
      Öğretmen dersi biter bitmez okuldan, köyden ayrılıp gitmemeli   öğrencilerle meşgul olduğu kadar halk ile diyalog içinde olmalıdır.Tabi ki bunun içinde   şart, bu mesleği iştiyakla seven insanımızın bu mesleğe   alınmalıdır.
              Her ilde test merkezleri kurarak tüm öğrenciler ayda bir kez genel sınava tutularak değerlendirilmesi yapılıp gelişimi takip edilmeli ve ona göre yönlendirmeler yapılmalıdır.
              Hepsinden önemlisi de çok iyi işleyen bir rehberlik ağının kurulamasıdır.Tabela rehberliği değil , modern sistemlerle hareket eden verimli, kaliteli bir rehberlik. Belki de eğitimin kalitesinin arttıracak en önemli esaslardandır.
          Öğretmenden, doktordan, mühendisden Prof’tan, Hocadan, şoförden, Generalden, pilottan,Validen,           kaymamanda,Memurdan, Sanatçıdan,Polisten,Gazeteciden   ve hasılı tüm mesleklerden eleman yetiştirmeden önce gerçek manada insan yetiştirmeliyiz.Doğru,dürüst,çalmayam devlettin ve milletin malını kutsal bilen, insana değer veren, çalışkan,
üretken,bilim sevdalısı,yenilikçi,bireyler yetiştirmeliyiz.İşte o zaman kalkınma, refah, mutluluk ve huzurlu bir toplum oluruz.
Bunun için de tabi ki, Önce eğitim, eğitim,eğitim diyorum.                                                                    Geleceğimiz ile gelişmemizin doğru orantılı olduğu eğitimin ıslah edilerek ideal seviyeye çıkarılmasını diliyorum.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
               SİZCE NAMUS NEDİR!?
 
Batı dünyasında avacenne (doktorların prensi) şeklinde adlandırılan büyük İslam ilim adamı ibn-Rüşt’ün babası da hukukçu olarak şöhreti olan bir kişidir. Adı Ebul Valid olan bu büyük zatın Kadı olarak verdiği fetvalar tartışma götürmez bir tarz olarak kabul edilirdi. İşte bu haftaki sohbetimizin bu usta hukukçunun verdiği ibretli bir kararı üzerine olacaktır.
    Bir davada şahitler ifadelerini verip sonunda da bu ifadelerinin doğru olduğuna yemin ederler. Sıra ihtiyar filozof tavırlı bir şahidi dinlemeye gelir. Ebul Valid;
-Bu dava için söylediklerine Allah adı ile yemin edermisin?der
 İhtiyar kesen bir ifade ile;
-Hayır, diye itiraz ederek sözlerine devam eder;
Ben yeminlerini yalanlarına alet eden; Allahın adını karıştırmak istiyen öyle kişiler tanıdımki, bu yolda yemin etmemeye yemin ettim.
Ebul Vahit bu güçlü ihtiyara hayretle bakıp;
-O halde namusun şerefin üzerine yemin edermisin der; ihtiyar gülerek;
-Sizce namus nedir, önce bu kelime açıklığa kavussun sonra ona göre yemin edeyim der.
Ebul Valit pek hoşlandığı bu ihtiyarı inceden inceye süzer, sonra yanında oturan bilgin misafirine derki;
-Başından beri dinleyicisiniz.Her şeyi gördünüz şimdi’de her biriniz namus nedir söyleyiniz de ihtiyarın şahitlik yeminini alalım.
Bilgin misafirlerden biri teklifi menmuniyetle kabul eder ve kendince bir açıklama yapar;
Namus sözüne, özüne sadık olmaktır.
İhtiyar şahid hemen itiraz eder.
-Olmaz ben bu anlayışı kabul etmem.Kullar sözünde ve özünde sadakatta zaman zaman yanılabirler.Sonrada bunu düzeltirler. Hayat böyle   geçer zaten. Özünde, sözünde sadakatte her yanılmayı namussuzluk kabul etsek dünyada namuslu insan kalmaz Bana öyle bir anlatışı verin ki yanılanın ilahi bir ceza karşılığında olsun.
İkinci bilgin de
-Namus, nefsine hakim olmaktır.
İhtiyar şahit bu açıklamaya da hayır der. Bununda açık kapısı var, insan gerçek anlamda nefsine hakim oluncaya kadar ne yanılmalardan geçer. Bu geçiş üzerinde olanlar namusuz mudurlar? Der.
Üçüncü bilgin;
- Namus emanetleri gereği gibi kullanmaktır. İnsana, varlığı, canı, her şeyi birer emanettir.emanete ihanet namusuzluktur.der.
İhtiyar şahit;
 -Olmaz öyle şey der İnsan emaneti ince tutuncaya kadar ne kademelerden geçer.Emaneti hoş tutmayı öğreninceye kadar kim bilir kaç emaneti yıprattılar.
Misafir bilginlerden söz alan bir diğeri;
-Namus adalettir der.
İhtiyar şahit buna da itiraz ederek;
 -Bu anlayış eksik der. Adaleti daha iyice kavrayamadığınız çocukluk ve gençlik yıllarımız ne olarak o zaman bize namussuz mu denmesi gerek.
Ebul Valid, ihtiyar şahide sevgi ile bakıp o halde bir de siz söyleyiniz namus nedir ?
İhtiyar, hatip bir ifade ile şöyle açıklar;
-Namus Allah’a karşı sorumluluktur. Bu duyguda yeryüzünde yalnız insan oğluna verilmiştir. Kur’an kerimin ;Biz emaneti yerlere göklere verdik almadı.Sonunda insanoğluna verdik dediği sorumluluktur. İnsanın bilgisi arttıkça sorumluluk anlayışı artar. Misafir bilginlerinizin tek yönden gördükleri namus anlayışı: sözünde durmak, nefsine hakim olmak, emanete saygı ve adalet hepsi sorumluluğun içindedir. Bütün ilimler halka ve hakka sorumluluk anlayışından doğarlar insanoğlundan yeryüzüne gelirken bu sorumluluk damgası ile gelir. Sonra bu anlayış ile çalışır öğrenir ve ölünceye kadar bu ilahi emanetle görevlidir. Bu görevinde yanılmanın karşısında ilahi tartı hiç yanılmaz işte ben ancak o anlayış üzerine yemin ediyorum der.
Ebul Valid yanındaki katiplerine emir verir.
Bir sorumluluktan yoksun kişi bir aileyi, iki sorumluktan yoksun kişi koca bir ülkeyi, üç sorumluktan yoksun kişi eğer ellerine fırsat geçerse bütün dünyayı yok ederler. Ülkeler ve bütün dünya, sorumluluklarını bilmeyen kimselerden, veba salgınlarından çektikleri gibi çekmişlerdir.Kıyamete kadar da bu böyle olacaktır. Gerçek insani medeniyet bu yolda eğitilmiş insanların çoğunlukta olduğu ülkelerdir.
Gerçek anlamını bilerek Namus üzerine edilen yemin büyük bir yemindir. Ancak bu yemini edenin Namustan anlayışı nedir?Günümüzde bu anlayış nerede? Sözü, yemini bırakın protokölü,sözleşmeyi,senedi çeki inkar ediyor insanlar.
Allah’a,ahirete,hesaba,mizana cennet ve cehenneme inan kişi böyle olurmu?Tabi kalpten inanıyorsa böyle olmaz.Demek ki inancıda ciddi bir problem var demektir.Fani dünyada üç kuruş için adam her sahtekarlığı yapıyor.Kul hakkı falan tanımıyorsa ona yapılacak hiç bir şey yoktur.Ama söylenecek son bir şey vardır.büyük bir zatın dediği gibi;
Onlar için yaşasın cehennem
                   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
                TARİHİMİZİ BİLMELİYİZ
 
       Babasını,anasını,geçmişini bilmeyen insan huzurlu olamaz ve istikbalini tayin de nasıl zorlanırsa,geçmişlerini bilmedikleri için huzurlu olamaz ve tarih tecrübesinden yoksun oldukları için de geleceklerini tayin etmede de zorlanırlar. Şu ABD’ye bakınız.Bize göre daha yeni denilecek bir maziye sahip bu devlet,Amerika’nın yerlileri olan Kızılderilileri imha etmek,Afrika’dan zorla getirdikleri zencileri köle yapıp, onlara hayvan muhamelesi yapmak, Maya,İnka ve Aztek medeniyetlerini çökertmek gibi utanç dolu bir tarihe sahip olmasına rağmen, uydurduğu Tommiks,Texas,Zoro,Kinovs,Sving,RedKit,Süpermen,Rambo,gibi masal kahramanları ile gerçekleri ters yüz ederek toplumları peşinden sürüklemiştir.                                                                                                                                                                         Peki ya biz 2000 yıllık şanlı tarihimizde örnek alınarak milyonlarca olay ve gerçek kahraman varken,bunlardan hangisini toplumumuzun önüne koyduk.Bunlardan kaçını tanıması,örnek alınması,gururlanması ve daha büyük işler yapmak için kendisinde kuvvet bulması amacıyla gençliğimize tanıttık.
       Tabi ki tek cevabı var.Hiçbirini.Bunların yerine T.V’lerimizde yabancı ve yalancı masal kahramanları gençliğimize gösterildi.Gençlerimiz futbol, müzik ve cinselliği yönlendirildi ve netice olarak ecdadını tamamlayan tarihine yabancı başarılı kompleksi içinde, diskocu,,topcu , popcu bir gençlik ortaya çıktı. Haliyle bunun sonucu olarak huzursuz bir toplum olduk çıktık. Gelin haklımızı başımıza alalım ve şu yeni nesile tarihini, ecdadını değerlerini gerçek yönleri ile verelim. O zaman görülecekti ki geçmişinden aldığı kuvvetle kendine    güvenen ve daha iyi işler yapmak için güçlenen gençlik toplumumuzun  layık olduğu medeniyetler   seviyesine ulaştıracaktır.
 
TARİHTE VE GÜNÜMÜZDE MÜMKÜN OLMAYANLAR!
 
   Osmanlı’da ilk Mizah dergisi; Fransa’dan 246 yıl sonra, 1869’da Namık Kemal ve Teodor   Kasap tarafından önce ‘ Diyojen   adıyla daha sonra Hayal adıyla başlamıştır.Daha sonra çopur Mehmet Teyfik’in   ‘’çaylak’’ adlı çıngıraklı yılan ve bebe ruhi adlı mizah dergileri takip etmiştir
      Diyojen adıyla 1869’ da yayınlanmış mecmuada ilgimi çeken bir sütun oldu.
       Yerine getirilmesi mümkün  olmayan şeyler başlığı ile yayınlanan bir yazı ile mizahi bir yaklaşımla o dönem için mümkün olmadığından bahisle şunları sıralamış.
Doktorlar sağlam hastalarda maraz ( hastalık) bulmaması.
Vergi burcum var mı diye sorulan soruya vergi memurunun yok demesi
Halkın kahvehanelerden el ayak çekmesi.
Sütçü güğümleri kalaylanması.
Bugün git yarın gel demeye memurun terfi etmesi.
Rus seferin sorun çıkarması
Diyojen dergisinin her hafta mahkemeye verilmesi
Asayiş Berkemal'dir deyen valinin evinin soyulmaması
 Yazın toz topraktan , kışın çamurdan meskun bir sokağın bulunması.Bende dünü bugüne uyarlayarak Bugün mümkün olmayanlar diye bazı acı gerçekleri mizahi bir yaklaşımla dile getirmek istedim.Günümüzde mümkün olmayan şeyler
Siyasetçinin yalan söylemesi ,
Öğrencinin kopya çekmesi.
Çocukların anne ve babasına üf demeden iş yapması.
Devletten vergi kaçırılmaması.
Rüşvet ve torpilsiz iş yapılması.
Halkın artık zam ve zulme yeter demesi.
Memurun insanca yaşayacağı bir maaşa kavuşması .
Talansız vurgusuz, yolsuzluksuz bir günün geçmesi,
Reha Muhtar’ın her yıl başarı haberci ödülü almaması
Ve daha pek çok eklenecek acı ama gerçek hususlar var. Dün ile bugünün mümkün olmayanlarını bir mizahi yaklaşımla sundum güler misiniz alarmısınız onu artık bilemem!.
                
 
     
   
     
          
 
 
 
 
 
 
 
 
 
TÜRKİYE’DE    KAHVENİN     TARİHÇESİ
 
     Kahve Latince adı Coffea, Arabi   L. Olan bir Ağaçtan elde edilir. Anavatanı   tropikal bölgelerdedir. Arap kahvesi ve Robüste kahvesi gibi çeşitleri vardır. En çok Yemen, Arabistan, Kongo, Endonezya, Brezilya gibi ülkelerde üretilir. Kafein Alkolidi denilen bir madde içerdiğinden yorgunluk hissini azaltır, uyku halini giderir ve insana dinçlik veren bir bitkidir.
   Kahvenin Türkiye’ye ne zaman geldiği kesin olarak bilinmemesine rağmen, bazı tarihçiler Yavuz Selim’in Mısır seferi sırasında, bazıları ise, Kanuninin Yemen Seferi sırasında geldiğini kabul ederler.
    Ancak ilk kahvehanenin 1553’de Halep’li Hakem ile Şam’lı Şems tarafından İstanbul-Tahtakale de kurulduğu kesindir. Yani kahve günümüzden yaklaşık 450 yıl evvel Türkiye’ye gelmiştir. Daha sonra ise, tüm yurt genelince yayılan kahvehaneler 19.y.yıldan itibaren Kıraathane şeklinde dönüşmüştür. İlk kıraathane ise, yine İstanbul’da Beyazıt-Saralarda açılmıştır.
      Barometrenin olmadığı zamanlarda Kahvenin Barometre görevi gördüğünde tarihlerde söylenir. Nasıl mı? Pişirilmiş bir fincan kahve içine bir kesme şeker atılır. Kahve yüzeyine çıkan kabarcıklara bakılır, eğer hava kabarcıkları kahvenin ortasına toplanmışsa: hava güzel (açık) olacaktır. Kabarcıklar kahvenin kenarına toplanmışsa: hava yağışlı olacaktır. Kabarcıklar dağılırsa: hava mütehavvil (dönek) olacaktır.
    Toplumumuzla kahve öylesine kaynaşmıştır ki. Adı Türk kahvesi şeklinde müteala edilmiştir. Çay bugün çok daha yaygın olmasına rağmen onun hakkında böylesine sözler söylenmemiştir. Bakın kahve hakkında söylenmiş atasözü. Mani, şiir, deyimlerden sadece birkaç örnek verip bu haftaki tarih sohbetimizi bitirelim.
    Bir fincan kahvenin 40yıl hatıra vardır.
     Kahvenin yüzü karadır amma yüz ağartır.
      Kahve ile kavrulduk, Dumanı ile savrulduk.
      Kahve pişti gel
      Köpükleri taştı gel
      İyi günün dostları
      Kötü günüm geçti gel
      Ehli keyfin keyfini kim yeniler kim tazeler. Taze elden taze pişmiş, taze kahve tazeler.
      Rahmetli babam kitapçı dükkanını açtığında Bitişikteki Tosunoğlu Kahvehanesi garsonu hemen bir küçük tepsi üstünde su ile birlikte köpüklü kahvesini getirirdi. O da büyük bir keyifle hem gazetesini okur, hem de kahvesini içerdi. Yalnız O mu? Eskiler diye tabir edilen pek çok insan kahve tiryakisi idi. Hatırlı misafirlere de hep kahve ikram edilir. İçilirken de ne sohbetler yapılırdı. Şimdi o kahve tiryakileri kaldı mı, bir fincan kahvenin hatırını 40yıl unutmayanlar hala var mı? Bilinmez. Ama şimdi o ünü dünyada Türk Kahvesi olarak Adlandırılan Kahvemizin yerini Amerikan kolalarının, neskafelerinin aldığı ve hatır bilmez bir neslin türediği bir gerçek maalesef..
 
             
          
 
                     VALİ’YE   MEKTUP !
 
Vali; Cenabı Allah’ın 99 Esma ül Hüsnasından biri olup, mülkünde hakim ve mutasarrıf olan padişah anlamındadır
İslami idari yapıda ise; Bir vilayeti idare eden en büyük memur manasındadır.
Tarihte ismin hakiki manasına layık öyle namıdeğer Valiler gelmiş ki ,onların idaresi menkıbeleşerek günümüze kadar anlatıla gelmiştir. Cesetleri ölüp, gitmelerine rağmen ruhu hala aramızda yaşayıp yaptıkları ile insanlığa örnek olmayı ibret vermeye devam etmektedir. Ancak öyle valilerde yaşamışlardır ki zulmü yüzünden kıyamete kadar lanetle anılmaktadır. Rahmete neden olmun adalet, Lanette neden olan zulmet.
   İşte bu haftaki sohbet konum adil bir padişahın bir valisine yazdığı mektup olacak .
      Adil yönetimi ile ün salmış, Osmanlının büyük padişahlardan olan ,‘’Adalet mülkün temelidir’’ diyerek adalet yapılanmasına büyük önem veren ve bundan dolayı Kanuni şeklinde anılan Yavuz sultan selimin oğlu 1.Süleyman (1520-1566) ın; Mohaç savaşında, macar ordusunu arkadan çevirerek imha eden Semendire ve daha sonra Budin valisi olan Gazi Bali beye yazdığı mektup aynen şöyledir:
       (Bu mektup, Bali beyin kanuniden terfi istediği mektubuna cevaben yazılmıştır.
         ‘’ Yadigarım ve muhterem lalam Bali beye!
     Berhudar olasın, yüzün ak olsun. Bizden bir tuğ dahi arzu etmişsin. Sana Hz. Muhammet Mustafa ( s.a.v) nın fatih tuğuru verdik bu ihsan üzerine iyilik olmaz bunun şükrünü bilip, yerine getiresin. Bilesin ki Bey olmak iki kefeli bir terazidir. Bir kefesi Cennet, diğer kefesi ise cehennemdir, Bir an adaletle hükmetmek, 70 yıllık nafile ibadete eftaldir. Ahireti hatırdan çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve hükmün geçtiği mahallelerde kimseye zulüm ve düşmanlık etmeyesin.Yoksa Ahirette senin yakana yapışırım. Ol yerleri kılıçla fetih eyledim. Demeyesin. Memleketler Allah teala hazretlerinindir. Sakın nefsine gurur kibir getirmeyesin. Fetholunan kalelerin mal ve erzakını hep Beytül Mal diye almışsın . Buna rızayı hümayunun yoktur. Beşte birini alıp geri kalanını askere dağıtasın.
       İslam askerinin yaşlısının baba orta yaşlısının kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet, oğullara şefkat gösteresin. İslam askerine hiçbir şekilde zorluk çektirmeyesin. Nimet ve ihsanı bol veresin. Eğer hazinen tükenirse buraya haber bildiresin. Sana 1000 – 2000 kese altın göndermekten aczim yoktur.   Halkın fakirinin zorluklarla rencide etmeyesin. Halkımızı rahat görüp küffar halkı imrensin . böylece mal ve muhabbetleri bize olsun kimseyi hizmetinden kullandığın zamanda sakın evvelki haline itmat etmeyesin. Çok kimseler vardır ki, elinde fırsat olmadığı zamanda zahitlik ve iyilik, yüzünü gösterir , eline fırsat geçtiği zaman ise, Firavun ve Nemrut olur ol kimseleri tecrübe edip, göresin . eğer evvelki hali son halına uygunsa hizmetinde kullanasın. Doğruluktan asla ayrılmasın.
       İmdi ey Bali Bey , sana dahi nasihatim odur ki,
Atın yörüğünü kılıcını keskinini ve beyin bahadırını saklayasın. Allah’ı teali hazretleri yolunu açık ve kılıcını keskin eyleye ve seni kuffar-ı haksar üzerine mahsur ve muzaffer eyleye.
         Adalet, ihsan, mütevazilik, sevgi, merhamet, doğruluk, uyanıklılık, dalkavuklara dikkat ve otorite gibi ulu temaları işleyen nasihatname denilebilecek bu mektup aslında günümüzde de tazeliğini korumakta olup tüm idari erkana müncemil değimlidir?
        Bu mektubun sahibi Kanuni Sultan Süleyman han hayatı boyunca bu ulu değerleri bizzat uygulamıştır. Yani aleme verir talkımı, kendisi yutar salkımı hesabı, öğüt verip verdiği öğüdü kendisi tutmayan kişilerden değildir .
Bu konuda kanunu ile ilgili güzel bir anektot anlatayım Kanuni ölmeden evvel kilitli, ortaca boy bir sandık göstererek; Ölürsem, bu sandığı da benimle birlikte gömün. Şeklinde vasiyette bulunur. Öldüğü zaman bu vasiyeti konusunda devrin uleması bir araya gelerek tartışırlar. Bir kısmı vasiyet t yerine getirilmelidir derler. Bir kısmı ise, İslam da ölü ile herhangi bir şey gömülmez bu bidat olur derler . En son sandığın açılmasına karar verilir. Sandık herkesin huzurunda açılıp bakılır ki . Sandığın içinde kanunin yaptığı icraat için Şeyhülislam dan aldığı fetvalar var. Bütün gözler hayret şaşkınlıkla Şehülislam Ebu Suud efendiğe çevrildiğinde   büyük ülemanın dudaklarından şu cümleler dökülüyor :
Ey Süleyman, sen kendini kurtardın.Vay benim başıma der. Değerli okurlarım mektuptaki vakarı, asaleti ve feraseti gördünüz değil mi? İnsanın içinde gayrı ihtiyarı ahh keşke atalarımızın yolundan ayrılmasaydık, keşke şimdiki idarecilerimizde böyle ferasat sahibi olsalardı. gibi düşünceler geçiyor.
       Böyle bir inancın, bugünkü bürokrasiye hakim olduğunu bir an için hayal etsek, karşımıza nasıl bir pembe tablo çıkar dersiniz? Ama biz yine en iyisi böyle muzur şeyler! düşünmeyelim çünkü hayaller kısa sürer. Sonra yine o Kahrolası gerçekler başlar .O zamanda mutsuzluğumuz daha da artar.Biz yine gasplar, vurgunlar , talanlar, rüşvetler,   iltimaslar, hortumcular faizler ve   dolandırıcılarla dolu   dünyamıza dönelim.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
“YAR RAB!DİLERİM BÖYLELERİ KAHRINA VE GAZABINA UĞRASIN”
 
Bu haftaki sohbetimde Fatih Sultan Mehmet döneminden söz etmek istiyorum II. Murat   ve Hüma hatunun oğlu II. Mehmed sadece Osmanlı tarihi içinde değil, tüm Türk ve islam tarihi hatta dünya tarihi için de çok önemli ve büyük bir hükümdardır.Öyle ki yüce peygamberimiz övgüsüne sahip olmuş bahtiyar bir padişahtır .
 Dönemimde meydana gelen olaylar,kendisi ve dönemi ile ilgili kıssalar bu küçük köşemizde anlatılmayacak kadar
Zengindir. Ancak bu muazzam dönenden iki kıssa anlatılarak o dönemi o büyük hükümdarı yad etmek ve kıssadan alacağımız hisseyi yorulamak istedim.
Kıssanın biri şöyle ;
Fatih Sultan Mehmed İstanbul Fatih Cami inşaatında kullanılmak    üzere Rum   mimarlardan   İpsitanti’ye   mermer     sutunlar yapmasını    ister.Ancak İpsilanti’nin   verdığı ölçülere göre sutunları yapmamış olduğunu   görerek Rum   mimara kızıp   bir   elini    kestirir.
Kadı padişaha celp    emri çıkarılarak mahkemeye    salonuna   girdiğinde   İpsilanti efendi davacı tarafında ayakta dururken , padişah davalı minderine bağdaş   kurarak oturmak isteyince Kadı, sert bir ifade ile
-Hasmınla   mürafai şer’i olacaksın.Ayağa   kalk deyince   padişah ayağa kalkar ve Yapılan   suçlama karşısında kendini savunur.
     Kadı   her   ki tarafı   da   dinler ve hükmünü    verir.
-Padişah   haksızdır deyip, Kısasa   kısa hükmünü    verir.
Rum mimar karar karşısında adeta şok olmuştur.Bu kadar   müthiş bir adalet beklemediği belli idi.O belki acısını azaltacak bir   miktar diyet bedeli umuyordu.Ancak sonucun bu kadar   çarpıcı   ve muazzam oluşunu   çok şaşırdı. Kendi   ülkesindeki adalet anlayışı   ile   karşılaştırdı    ve adeta ürperdi.
Hele padişahın bu karara boyun bükmesini hiç anlayamamıştı.Demek bu dünyada böyle bir adalet sistemi     varmış diye mırıldandı.Aklı başına gelince de kendini   padişahın ayakları dibine atarak;
       -Davamdan   vazgeçtim.İslam   adaletinin    büyüklüğü   karşısında   küçüldüm.Böyle    bir cihangirin elini   kestirilmesine asla razı olamam.deyip Müslüman olur.Böylece
Fatih’in eli kesilmekten kurtuldu.Ancak diyet ödemeye   mahkum edildi.
     Değerli okular iş bu kadarla kalmıyor.Asıl kıssanın   bundan sonraki bölümü daha da hayranlık uyandırıcıdır.  
Mahkeme bitip herkes dışarı çıkınca padişah kadıya    dönerek;
-Bak    Hızır   Çelebi, bu    padişahtır,deyu   iltimas eyleseydin.Şu   kılıçla seni öldürdüm der.
Kadı Hızır Çelebi ise, minderin   altından    çıkardığı demir   topuzu    göstererek,
   -Siz    de;   padişahlığınıza   mağruren     hükmü    tanımasaydınız.Billahi   bu   topuzla başınızı   ezerdik. Der.Size aynı dönemden küçük bir kıssa daha aktarayım.  
Köylünün biri   tarlasını satmış.Tarlayı alan köylü     sürerken toprak altında bir   küp altın   bulunca, bulduğu altınları alıp doğru toprağı satın aldığı köylüye götürerek
 -Kardeşim ben   bu toprağı senden   satın aldım.Bu    altınlar benim   değil   deyip , vermek   isteyince     diğer    köylü;
 -Hayır   arkadaş.Ben bu altınları alamam. Çünkü bu    toprağı   ben sana altı ile üstü ile sattım.O senin hakkındır deyip, red    edince iş kadıya intikal eder.
Sonuç ne   mi    olmuş?Önemli değil     ki önemli     olan   bu   hareket.
      Bu    kıssalar bin   bir gece    masallarından   değil. Bu     insanlar uzaylı    da   değil.Bunlar    bizim ecdadımız.
     Heyhat bugün ise;Hak hukuk demeden kul hakkı, mul hakkı demeden, helal, haram gözetmeden çalıp çırparak köşeyi dönüp hayatını yaşa!Felsefesi revaşta değil mi?Hem de müslümanım elhamdülillah deyip Allah’ın huzuruna çıkanlar arasında da bunların yaşanması ne acı değil mi?
    Dün ile bugünü karşılaştırdığımızda da bu fark daha belirginleşiyor.
     Bunları görünce Onlar Müslüman.Peki biz neyiz? diyesi geliyor adamın.Nereden nereye gelmişiz.Galiba kapitalizm bizi soysuzlaştırıyor.Özümüzden, benliğimizden uzaklaştırıyor da.Farkında değiliz.Öyle değil mi?
     İsterseniz böylelerine cevaben Fatih’in bedduasını içeren bir kıssa sunarak sohbetimi bitireyim.
     Fatih, Bizans İmparatoru tarafından zindanlarına atılan alim bir papaza sorar.
    -Bu Şehr-i İstanbul gün olur bizim elimizden çıkar mı?Alim papaz biraz düşündükten sonra
    -Ne zaman ki içinizde fesat arta.İnsanı kendi menfaatlarına ram ola.Mazlumun hakkında riayet etmeye yabancıdan medet ziyade ola.Ahlaksızlık yaygın ola şehir sizden daha çıkar. deyince.
    Fatih oracıkta diz çöküp elini açarak;
    -Ya Rab.Dilerim böyleleri kahrına ve gazabına uğrasın der.
    Yüce peygamberin övgüsüne mazhar olmuş.
    Fatih’in bedduasına muhattap olan ve hakkı gasp edilmiş mazlumun ahını almış zalimden daha şerli yaratık olur mu? bilmem.Ama gelin canlar bir olalım Sevelim, sevilelim, helalleşelim ve biribirimize bir dahi zulmedip,incitmeyerlim demeyi bir vazife biliyorum.      
              
     YENİ HÜKÜMETE TARİHTEN BİR ÖĞÜT!
 
    Şeyh Edebali ve Osman Gazi.Birisi 13 y.y’ın manevi,diğeri
 Dünyevi sultanı.Osman Gazi;dönemin büyük alimlerinden
 Şeyhedebali’yi sık sık, ziyaretlerinden birinde, tekkesinde
 misafir kalır.Ancak kaldığı odanın duvarından bir Kur’an-
 Kerim asılıdır.Osman bey kur’an’a hürmeten ayağını
 uzatarak yatağa yatmayıp,duvara yaslanarak öylece uyuya
 kalır.Rüyasında gökteki Ay’ın Şeyh Edabali’nin gögsüne
 girip ,ordan da kendi göksüne girdiğini görür.
 Daha sonra ise, göksünden bir ağac çıkarak tüm dünyayı
 kapladığını ve meyvelerinden tüm insanların yararlandığını 
 görür. Heyecan içinde uyanan Osman Gazi rüyasının önce
 Dursun Fakı adındaki mollaya anlatır Dursun Fakı;
 -Bu rüya müjdeli bir rüyadır.Beyim deyip müjde olarak
   Karaca hisarın idaresi vaadini aldıktan sonra rüyayı
   şöyle yorumlar;-Sen şeyhimizin kızı ile evleneceksin.
   Kuracağın devlet kısa bir süre de dünyaya hükmedecek der. Gerçektende Osman Gazi Şeyh Edabali’nin kızı ile evlenir ve kurduğu devlet kısa sürede dünyaya hükmeder.
Şeyh   Edebali’nin Osman Gazi’ye   nasihatı    ise,   oldukça
ünlü   ve   manidardır.Nasihat şöyledir :
Ey oğul!Yüce Allah(C.C)ın emirlerine aykırı bir iş eylemiyesin.Bilmediğin konuları bilenlerden öğrenesin.İzzet ve ikramı ihmal etmiyesin ki insan ihsanın kölesidir.
Nerede bir ilim ehli duyarsan.Ona rağbet et. Ve iyi davran
.Mal varlığına gurur getirip,Allah yolundan uzaklaşma.
Daima iyilikte bulun. Memleket işlerini noksansız gör…
Ey oğul,beysin.
Bundan gayrı;Öfke bize, gönül almak sana.
Suçlamak bize, katlanmak sana.
Acizlik,yanılgı bize,hoş görmek sana.
Kem göz,şom ağız bize,bağışlamak sana.
Üşengeçlik bize,gayretlendirmek sana.
Bölmek bize bütünleştirmek sana.
Çatışma,geçimsizlik,anlaşmazlık bize.adalet sana düşer.
Ey oğul,beysin.
Güçlüsün,kuvvetlisin,akıllısın,kelamlısın ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgerına savrulup gidersin.Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.
Sabretmesini bil.Vaktinden önce çicek açmaz.
Açık sözlü ol.Her sözü de üzerine alma.
Sevdiğin yere sık gidip gelme.Muhabbetin kalkar itibar olmaz. Ananı atanı say.Bilesin ki bereket büyüklerle bereberdir.
Oğul üç kişiye acı.
Cahiller içindeki Alime
Zengin iken fakir düşene,
Hatırlı iken itibarını kaybedene.
Şunu da unutma. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ey oğul yaşca bilgince senden büyük olabilİriz.Ama sen beysin.Biz senin yanında,senin emrindeyiz.Bunu bilesin.
Lakin unutma. Yüksekte yer tutanlar aşağıdakiler kadar emniyette değildir
Oğul,haklı olduğuna inanıyorsan mücadeleden korkma.
Yılgınlık gösterme.Bilesin ki Atın iyisine doru,yiğidin iyisine deli derler,Yolun uzun,için çetin,yükün ağır,Gücün kıla bağlıdır.Allah yardımcın olsun..
Fazla söze gerek var mı ?bilmem.Her şey O kadar açık ve güzel ki,bu nasihat,bugün bile güzel ve geçerli.Keşke başta en üstekiler olmak üzere tüm kesim bu nasıhata uysa ne güzel olurdu değimli..?
 
 
 
 
             
 
DÜNYANIN İLK BAŞKENTİ VE MEDENİYETLER BELDESİ MALATYA’NIN TARİHİ
 
Malatya çok eski zamanlardan beri uygarlık merkezi olmuştur.Son araştırma ve buluntulara göre tarihi M.Ö 7000 yıllarına , insanlığın ilk yerleşim yerlerinden biri sayılacak kadar tarihi eskilere dayanır.
    Malatya tarihini 3 ana safhaya ayırmamız mümkündür.Bunlar;
1.Safha:Tarih öncesi dağınık yerleşim (M.Ö 8000-5500), 2.Safha:Orduzu/Aslantepe yerleşimi(M.Ö 5500-M.S 1075)
3.Safha ise;Eski Malatya yerleşimidir.Bu Safhaları kısaca tek,tek değerlendirecek olursak,Birinci safhada ki yerleşim oldukça dağınıklık arzeder.Öyle ki, Yapılan araştırmalarda Malatya bölgesinde en eski yerleşim yeri olarak Paleolotik (Eski-Kaba)Taş Devrinde:Karababa (Hamişkan,Şehremuz,Girmeno,Hasimetre)
.Neolotik (Yeni-Cılalı)Taş Devrinde:Karababa-Cafer harabeleri (Anadolu’nun ilk üretim merkezidir.M.Ö 7000)
 Kalkolotik (Bakır)devrinde:Değirmentepe,Hassek,Hoyaz,İmamoğlu,Boran,Silbistan,GelinciktepeFetiye,
Bayramtepe.Demir Devri ise,Pirot,Seyrantepe,Yarımtepe,Kadıoturan,İmamoğlu,Habibuşağı,Kaleköy,Kale,
Horiskale,Ancozhan,Grişani gibi 210 yerleşim yeri tespit edilmiştir.
Bunlardan:İnderesi-Dolmatepe,Hasırcı,Maltepe,Samanköy,Topraktepe,Doğanşehir-Sıtmakapı,Darende-Aslantaş,Akçadağ-İkinciler,Hekimhan-Kalatepe,Arapkir-Ormansırtı gibi yerleşim yerlerinde araştırmalar yapılmasına rağmendiğerlerinde henüz esaslı bir araştırma yapılmamıştır.
   Malatya adının doğduğu yer olan Orduzu-Aslantepe Höyüğünde 1932 yılından itibaren yapılan kazı çalışmalarında buranın, Dünyanın bilinen ilk şehri olduğu ortaya konulmuştur.Aslantepe Höyüğü kazı çalışmaları sonunda üst üste kültür tabakasına rastlanmıştır.30 m.yüksekliğinde,180 * 250 m. Çapında bir tepe olan bu Höyükte:
    En altta bulunan 8.Tabaka Kalkolotik döneme (M.Ö 5500-3000)aittir.Burada Seramik kaplar,taş aletler,Obsidyen,toprak küp içerisinde ölünün bulunduğu mezar bulunmuştur.
   Bu katın üstündeki 7.tabakada eski Tunç devrine ait ( M.Ö 3000-2000 ) malzemeler bulunmuştur.
    6.ve 5. tabakalarda:Genç Hitit devri,Eski Hitit Devri ve Asur Kolonileri dönemine ait(M.Ö 2250-1650)damga ve çivi yazılı silindir mühürler,heykeller ve hayvan şeklindeki içki kapları bulunması ile Aslantepe tarih çağlarına geçmiş ve Asur kolonisi( Karum) halin gelmiştir.
    4.tabakada:Hitit İmparatorluk çağı yaşanmış (M.Ö 1400-1200)
    3.tabakada:Geç Hitit dönemi yaşanmıştır (M.Ö 1200-700)
    2.tabakada:Hellenistik dönemi (M.Ö 330-30)
    1.tabaka yani enüst katta ise,Roma-Bizans dönemi yaşanmıştır.(M.Ö 30-M.S 1075)
 Malatya’nın, Anadolu’nun ilk sakinleri tarafından kurulduğu,Asur ticaret kolonileri devrinde geliştiği ve Hititler tarafından genişletilerek büyük bir site haline geldiği kabul edilir.Hint-Avrupa kavimlerinden olan Hititlerin Anadolu’ya M.Ö 2000 yılının başlarında geldiği bilinmektedir.
   Malatya,Hitit-1.Labarna ve 1.Mursilis zamanlarında çok önemli bir şehir haline gelmiştir.(M.Ö 1865-1799)
Asur kralı Şamsi-adad Kapodokya,Kilikya,Halep ve Kargamış ile birlikte Malatya’yı da ele geçirmiş,ancak Telepinus zamanında bu şehirlerle birlikte Malatya’da yeniden Hititlerin eline geçmiştir.
   Büyük Hitit imparatorluğunun 1192 de parçalanması sonucu Anadolu’da Geç Hitit şehir devletleri kurulmuştur.
işte Malatya adı ilk kez bu dönemde ‘’Meliddu’’ şeklinde telafuz edilerek kurulmuştur. M.Ö 1115-675 yıllarında hüküm süren Meliddu Hitit-şehir devletinde 23 hükümdar tespit edilmiştir.Şehir önce1090 da Asur-Tiglatpilezer,daha sonra da Urartu-Menuas tarafından ele geçirilmiştir (M.Ö 804-745)
    M.Ö 625 yılında İskit-Türk imparatoru Alper Tunga tarafından ele geçirilen şehir 612 de Med kralı Kiyaksar’ın eline geçmiştir.M.Ö 550 de Pers-Kurus tarafından alınarak Kapadokya Satraplığına bağlanmıştır.Bu dönemde Malatya İran-Lidya ve Mezopotamya arasıda kurulan Kral Yolu üzerinde bulunduğu için çok önemli bir ticaret merkezi haline gelmiştir.Ancak Asur devleti yıkılınca bu ticari önemini kaybeden şehir kısmen terk edilmiştir.
 
.Ö 333 ve 331 yıllarında İsos ve Gavgamela savaşlarında Büyük İskender’in Persleri yenerek yıkması sonucuMalatya Makedon-Hellen imparatorluk dönemini yaşamış,daha sonra Selevkos ,Pontus-Rum , Kommagene ve Ermeni krallıklarının eline geçen Malatya 190 yılında Romalıların eline geçmiştir.
   Ünlü coğrafyacı Strabon’un yazdıklarına göre, Roma imparatoru Tiberus(M.Ö 30) Catonie denilen üzüm bağları ile meşhur Malatya ovasında Tomisa ve Destarcium-Arapkir kalelerini yaptırarak Lejyonerlerini bu kalelere yerleştirmiştir.
Titus zamanında(M.S 80) ise,Roma ordu karargahı bugün ki Battalgazi (Eski Malatya)de toplanarak Malatya Roma İmparatorluğunun 12. Temi (Lejyon karargahı) olmuştur.Trajanus zamanında(98-117)büyüyen ve gelişen şehrin etrafına surlar yapılmıştır.Surların yapımı Diokletianus,Costance zamanlarında devam etmiş,nihayet Justinianus zamanında 532 yılında tamamlanmıştır.
   Roma imparatorluğunun Hunların neden olduğu Kavimler Göçü sonunda önce ikiye ayrılıp daha sonra yıkılması ile Malatya Doğu Roma(Bizans)hakimiyetine girmiştir.Bizans döneminde Malatya önemini korumuş ve önemli imar faaliyetlerine sahne olmuştur.Hz.İsa (a.s) tarafın Asa ile çizilerek bir mucize sonucu oluşturulan Dermesih Cay’ı kenarında Gündüzbey,Yeşilyurt,Kilayik,Barguzu,Tecde,Banazı,Horata gibi yerleşim yerleri kurulmuştur.
   Rivayete göre Hz.İsa (a.s) Malatya’ya geldiğinde Asa’sı ile çizdiği su yolu Dermesih Cay’ı olarak adlandırılmıştır. Pınarbaşı mevkinde Deyr-i Mesih İsa Kilisesi adı ile bir kilise kalıntısı bulunmaktadır.
   Malatya Bizans döneminde Eyalet merkezi konumuna gelmiştir.Uzun süre Bizans-Sasani mücadelesine sahne olan şehir,Hz.Ömer döneminde Sasaniler’in Nihavend savaşı ile yıkılması sonucu bu kez de Bizans-İslam mücadelesinesahne olmuştur.
   İslam ordularının Hz.Ömer döneminden itibaren Anadolu sınırına dayanmaları sonunda Malatya ilk kez
Mesleme El Fihri tarafından ele geçirilmiştir.(659) Malatya bu dönemde Tarsus’la birlikte İslam Devletinin
2 önemli Sugur-Avasım (sınır) ili olmuştur.Bizans daha sonra Hz.Ali ile Muaviye arasındaki iç çekişmeden
yaralanarak şehri geri almış(660)ancak şehir Emevi-Abdulmelik zamanında tekrar Müslümanların eline geçmiştir.
 678 de Bizanz bu kez de,Abdullah bin Zübeyr isyanından yararlanarak şehri ele geçirip buraya Arami ve Ermenileri yerleştirmiştir.(685-965) Halife Ömer bin Abdulaziz ise,Malatya’yı 100.000 esir karşılığında alarak buraya Darende halkını yerleştirerek Malatya valiliğine Cavana İbnül Haris atanmıştır.
 755 yılında Bizans-Kostantinus Malatya’yı alıp,surlarını tahrip edip halkını da El Cezire’ye yerleştirmiştir.
Şehir Müslümanların eline tekrar Abbasi-Cafer el Mansur zamanında geçmiş ve Vali olarak halifenin yeğeni
Abdulvahhap bin İbrahim atanmıştır.Abdulvahhap zamanında şehir yeniden imar edilmiş ve El Cezire’den
Halk tekrar şehre döndürülmüştür.
 Bu dönemde Malatya’nı Türklerle ilk karşılaşması, Halife Mutasım zamanında Afşın bey komutasındaki Türklerden oluşturulan ordunun,Bizans İmparatoru Teofiles’i Darimon savaşında yenmesi ile gerçekleşmiştir.
 Malatya valisi Emir Ömer zamanında Tunceli tarafından gelen ve güneşe tapan Pavlos mezhebi halkı Pevlikanlar 9.asrın ortalarında Arguvan,Divriği ve Emirköy’e yerleştirilerek Bizans ile tampon bir bölge oluşturulmuştur.(856)
 Bizans Kurkuas ile Ermeni Mleh’in birlikte hareketi sonucu 934 de şehir Bizans’ın eline geçmiş ve surları tahrip edilmiştir.
Memlük-Seyfüddevle ve Naca tarafından saldırılara uğrayan şehir harap olmuş,II.Nikefhor zamanında buraya
Suriye’den Süryani Yakubiler getirtilerek yerleştirilmiştir.(1100) Bu döneminde Malatyada tüm Camiler yıkılmış olup,
53 kilise, 60 000 hrıstiyan nüfus bulunmakta idi.
   1050 yılında Selçuklu-Emir Dinar komutasında 3000 kişilik Türk akıncı grubu tarafından şehr yağmalanınca,
İmparator Dukas şehrin iç ve dış surlarını tekrar yaptırmıştır.(1059-1067)
 18 Eylül 1101 de,Danişmend-Melik Gazi Malatya’yı ele geçirmiş ve böylece şehir ilk kez Türk hakimiyetine girmiştir.
A.Selçuklu hükümdarı I.Kılıçarslan 2 Eylül 1106’da Malatya’yı ele geçirmiş ancak bu hükümdarın Emir Çavlı
ile yaptığı mücadeleyi kaybedip ölmesi üzerine şehir Antalya hükümdarı Bohemond’un eline geçmiştir.Şehir,
111 de Balak Gazi tarafından Bizans’tan geri alınmıştır.Malatya bir süre sonra Hanişmend-El Gazi tarafından
Alınmış,25 Ekim 1178 de A.Selçuklu-II.Kılıçarslan’ın eline geçmiştir.
   A.Selçuklu-I.Keykavus verem hastalığına yakalanınca tedavi için geldiği Doğanşehir’de bir köşkte vefat etmiştir. A.Selçuklu-Alaaddin Keykubat Malatya-Muşar Kalesinde hapisken sultanlı müjdesini almış ve
Harran’ın anahtarı kendisine Malatya’da verilmiş ve Memlük-Melik ül Adil’in kızı ile Malatya’da evlenmiştir. (1224) Malatya 1316 yılında Memlük-Melik Nasır zamanında ele geçirilerek yıkılmış ve toprakları 7 bölgeye ayrılmıştır.Timur 1400 de Malatya’yı tahrip etmiş ve nihayet Malatya bir daha çıkmamak üzere 1516 da Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı hakimiyetine girmiştir.
   17.yüzyıl da çıkan Celali isyanların biri de Malatya’da çıkmış, Bölükbaşı Kara Ahmed tarafından çıkartılan isyan Reşid Mehmed Paşa tarafından bastırılmıştır.
 Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanı üzerine Malatya’da konuşlanan Hafız Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu kışladığı süre içerisinde şehir halkı Aspuzu bağlık evlerinde kalmış geri şehir ordu tarafından adeta harap haline gelince de geri dönmemişlerdir.Böylece Aspuzu bağları üzerine yeni Malatya kenti kurulmuştur.(1840) Malatya böylece tarihinde,
Bugün ki Orduzu/Aslantepe’den,bugünki Battalgazi’ye(Eski Malatya)
Bugün ki Battalgazi’den,Bugün ki Malatya’ya olmak üzere üç kez yer değiştirmiştir.
   Osmanlı idaresine geçtikten sonra eski önemini kaybeden Malatya 1831 de Maraş’a,1877 de Diyarbakır’a,
1847-1892 yıllarında ise,Mamurat’ül El-Aziz’e bağlanmış nihayet Cumhuriyet döneminde Mutasarrıf teşkilatının kaldırılması ile il (Vilayet) haline gelmiştir(20.Haziran.1924)
   Cumhuriyet döneminde yeniden önem kazanan Malatya şimdi Doğu Anadolu’nun ve Türkiye’nin en güzel ve en gelişmiş şehirlerinden biri haline gelmiştir.
 
  
 
 
                    
 
 
                          İMDAAT..!
 
        Sohbetime , bir kısa hikaye ile başlamak istiyorum.
“Günlerce çalışmaktan doğru dürüst bir şey yememiş,
aç ve yorgun merkebin biri bir fırsatını bularak
kendini yeşil ve gür çayırlıklara atıp,iştahla otlanmaya başlamış.Öyle açmış ki, etrafta muhtemel tehlikelere dahi dikkat edememiş.O sırada etrafta av arayışı içinde olan aç bir kurt merkebi fark edip,ona usulca sokulmaya başlamış.Merkep; kendine doğru gelen bir karartıyı fark edip başını kaldırıp, O yana doğru bakınca Kurt sinmiş.Merkep bir şey göremeyince;
-          Galiba yanıldım.O değildir
deyerek tekrar otlamaya devam etmiş.Kurt bir süre sonra tekrar sindiği yerden sinsice merkebe yavaşça sokulmaya devam etmiş.Bir süre sonra merkep; tekrar kendine yaklaşan bir karartı,fark edip başını kaldırıp etrafına bakınmış.Ama kurt tekrar sinince bir şey göremeyerek,
-Galiba yine yanıldım.O değildir.deyerek,
otlanmaya devam etmiş.Merkebe iyice yaklaşmış olan
kurt son bir gayretle biraz daha yaklaşıp.Sıçrayarak
merkebin gırtlağına sivri dişlerini geçirince, Merkep;
-Oymuş,oymuş..İmdaat,imdaat.
diye bağırmış, ama iş işten geçmiş.
Tehlikeyi zamanında fark edip tedbir almayan
merkep,kurda yem olmuş.”
     Değerli okurlarım,toplum olarak,Merkebin durumuna düşmememiz için.tehlike gırtlağımıza sarılmadan
İmdat..imdaat..diye bağırmamız lazım.Hangi tehlikemi?AB’ne girme girişimleri ile daha da azan misyonerlik çalışmaları büyük bir tehlike değil mi?
Biz; okullara din dersleri Konsun mu; konmasın mı?
Çocuklar Kur’an Kurslarına gitsin mi;gitmesin mi?
Cemaatlar tehdit mi;değil mi?Ezan sesleri gürültü kirliliği yapıyor mu;yapmıyor mu?Baş örtüsü simgemidir,değimlidir?Kurban kesilsin mi;kesilmesin mi?Ezan Türkçe okunsunmu,okunmasınmı?Hacca gidilsin mi;gidilmesin mi?...tartışmaları içindeyken,eloğlu arslanlar gibi gelip!,elimizdeki
insanımızı,çoluk,çocuğumuzu çalıp,götürüyor.
Oryantalizm fikri ile Doğuyu sömürge haline getiren
Batı alemi.şimdi ise, içini boşalttıkları toplumumuzu
hırıstiyan dinini ile doldurup,köle haline getirmek istiyorlar.Biz ;bu tehlikeyi görüp,iş işten geçmeden ,
merkebin durumuna düşmeden, imdat..diye bağırmalıyız.Gelin hep beraber bu hain kurdun sinsi yaklaşımlarını ve niyetini fark ederek tedbirimizi alalım.Gençliğimize sahip çıkalım.
Onları milli ve manevi kültürümüzle yoğuralım.
Emperyalist ve Siyonist madrabazların ;
TV,Medya,CD ve İnternet kanallarında hazırladıkları tuzaklara Yavrularımızın düşmelerine izin vermeyelim.Aksi taktirde.Senin sahip çıkarak değerlerini öğretmediğin yavrun
;hristiyanda olur.Satanistte olur,Hapcı,Tinerci,Kap-Kaçcı da olur.Tehlike kapımızda…Tehlike sinsi adımlarla yaklaşıyor...Tehlike boğazımıza sıçrama mesafesine kavuşmak üzere...
İmdaat.. deyerek herkesi uyarmak istiyoruz.Yoksa sonra her şey çok geç olabilir.
 
 
 

 

 
 

 

 
 
 
 

  
 
 
 
 
                      
                                                 
                           ENDER SÜMER                             
ÖZGEÇMİŞ
1954 Yılında Malatya’da doğdu.İlk,Orta ve Lise tahsilini
Malatya’da tamamladıktan sonra 1978 yılında Trabzon/Fatih Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler,1988 yılında Lisans tamamlıyarak Tarih bölümünden mezun oldu.Öğretmenliğe 1979 yılında Malatya Fatih Lisesinde başladı.Tekirdağ/Malkara,Rize/Fındıklı’da öğretmenlik görevlerini yaptıktan sonra,Siirt/Eruh Lisesi Müdürlüğü Siirt/Eğitim Araçları Merkezi Başkanlığı,Siirt/Anadolu Lisesi Müdürlüğü görevlerinde bulundu.1991 yılında istifa ederek,
Batman/Özel Basut Koleji Müdürlüğünü yürüttü.Daha sonra dersaneciliğe başlayıp,Batman/Sultan Dersanesi,Şanlıurfa/Akfen Dersanesi,Adana/Büyük Koza ve Sınav Dersaneleri,Osmaniye/Bem Dersanesi,Malatya/Lider İlfen ve Lider Sözfen Dersanelerin de çalıştı.2001 yılında tekrar resmi görevine dönerek Darende/Irmaklı,Orduzu/Elif Şireli okullarında çalıştıktan sonra
Doğanşehir Millieğitim Müdürlüğüne getirildi.Malatya CNM TV.da
‘’İçimizden Biri,Kültürname,Tarih Sohbetleri,Aileler Yarışıyor ve Malatya Belgeseli’’ gibi proramlar yapıp sundu.Malatya/Hekimhan Ekspres ve Sonsöz gazetelerin de ‘’Tarih Sohbetleri Köşesi’’nde haftalık yazılar yazdı.’’1900 Soru-Cevapta Tarih, ÖSS’ye hazırlık Tarih , Tarih Sohbetleri’’ adlı tarih kitapları yazdı’’.İbret,Delinin Aklı,Keloğlan ve Sarıkız ile Çanakkale’yi Unutmayın’’ adlı tiyatro eserleri yazan Ender Sümer evli ve 4 çocuk babasıdır.
Facebook
 
www.facebook.com/endersumer44
 
Bugün 6 ziyaretçi (8 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol